Tasavvuf müziği ve müziğin dinimizde yeri
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin ve talebelerinin takip ettiği yola, tarikata Mevlevilik denilmiştir. Başlangıçta Mevleviliğin esasları şunlardı:
“Allahü teâlâya karşı tam bir îmân ve teslimiyetle birlikte ilâhî bir aşk ve muhabbete sâhip olmak. Peygamber efendimize karşı sonsuz îtimat ve bağlılıkla O’nun nurlu yolunda giderek kemâle (olgunluğa) ermek Kur’ân-ı kerîmi bütün hakîkatlerin aslı bilerek her hâl ve amelini O’na uydurup dünyâ ve âhirete dâir bütün işlerinde hükümlerinden ayrılmamak. Bütün varlığını Allahü teâlânın zikrine ve ibâdetine vererek en büyük neşeyi O’na kul olmakta bulup O’ndan başkasına iltifat etmemek. Ömür boyu Allahü teâlânın yolunda hizmet yaparak insanların gaflet ve maddecilikten kurtulmalarını sağlamak için çırpınmak. Allahü teâlânın insanlığa örnek olarak gönderdiği Peygamber efendimizin, âlimlerin ve velî zâtların en bâriz vasıfları olan; söyledikleri ve insanlara tavsiyede bulundukları şeyleri önce kendileri yaşayarak amel etmek. Tevâzû, hoşgörü, şefkat, merhamet, cömertlik, muhabbet gibi güzel huylarla ahlâklanmak. Her işlerinde Ehli sünnet dairesi içinde kalmak…”
Bugün artık bu esaslar neredeyse yok oldu. Özellikle son dönemlerde Mevlevî tekkelerine “tasavvuf mûsikîsi” adıyla tasavvuf ve İslâmiyetle ilgisi olmayan müzik programlarının girmesi Mevleviliğin orijinalliğini bozdu; üstelik dinde yeri olmayan tasavvuf müziği diye bir müzik dalının doğmasına sebep oldu.
Hazreti Mevlana, “Ben Kur’an-ı kerimin çizdiği dairenin dışına çıkmam. Beni bu dairenin dışında aramayın! Dinimizin yasakladığı şeyleri bana yüklerseniz üzülürüm” dediği halde, ona mal edilerek yıllardır ney, rebap, tambur, saz gibi çalgı aletleri eşliğinde dini törenler yapılmaktadır.
Halbuki, Allahü tealanın aşkı ile dolmuş, evliyanın büyüklerinden olan, Celaleddin-i Rûmi, ney çalmadı. Mûsiki dinlemedi. Bunları yaptı demek, Mevlana hazretlerine en büyük iftiradır.
Bütün bunlar, dinde reform yapılarak İslamiyetin porotestanlaştırılması, Kiliseye benzetilmesi gayretleridir. Halbuki müziğin her çeşidi Hıristiyanlık da dahil bütün dinlerde yasaktı. Hıristiyanlık gibi bozulmuş, aslından uzaklaşmış dinlerde, ruhlar beslenemediği için, müziğe yönelindi; nefse hoş gelmesi ruhanî tesir sanıldı. İncilin yasakladığı müziği, papazlar, Hıristiyanlığa soktu. Bu şekilde Kilise cazib hale getirilmeye çalışıldı.
Batıdaki müzik, Kilise müziğinden doğdu. Bugün yeryüzünü kaplıyan bozuk dinlerin hemen hepsinde, müzik ibadet hâlini almıştır. Müzikle, nefsler keyiflenmekte, şehvânî duygular rahat bulmakta, ruhun gıdası olan ibadetler unutulmakta, insanları, alkolikler ve morfinmanlar gibi gaflet içinde, uyuşuk yaşatmakta, böylece çok kimsenin ebedî saadetten mahrum kalmasına sebep olmaktadır. Dinimiz insanları bu felaketten korumuştur. Eğer müzik dine girerse, bu dinin gerçek İslamiyetle bir ilgisinin kalmadığını anlamalıdır.
Dinimizde tasavvuf müziği diye bir şey yoktur. Müzik, azgın nefsin gıdası, ruhun zehiridir. Kalbi karartır. İslâmiyetten ve tasavvuftan haberi olmayan kimseler, dini, dünya kazançlarına alet edip tasavvufa, hatta ibâdetlere, mistik bir hareket olarak müzik sokmuşlardır. Müzik ile, ney ile ilgileri olmamasına rağmen, Mevlana hazretleri gibi tasavvuf büyüklerini de kendilerine alet etmişlerdir.
Halbuki müziğin dindeki yeri bellidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“Cenab-ı Hak, zurna, gırnata, ud, def gibi bütün çalgı aletlerini, cahiliyet döneminde tapınılan putları kaldırmamı emretti.”
“Çalgıları yok etmek için gönderildim.”
“Musiki, kalbde nifak hasıl eder.”
“İlk teganni eden şeytandır.”
Fıkıh kitaplarında da müziğin durumu şöyle bildirilmiştir: “Teganni ile şarkı söylemek ve dinlemek haramdır. Tekkelerde ilahiler okuyarak raks etmek, oynamak, dönmek haramdır. Şimdi, dinden haberi olmayan fasıklar, böyle tarikatçılık yapıyorlar.” (Fetava-yı Hindiyye 5/352)