ŞEYTANLA BİR GÖRÜŞME !
Şeytanla kabristanda karşılaştılar. Şeytan çok neşeliydi. Adam sordu:
"Bu ne hâl?"
"Altın devrimi yaşıyorum." diye cevap verdi şeytan.
Adam anlamazlıktan geldi: "Ne demek istiyorsun?" "Sen de pekâla biliyorsun," dedi, "Asırlarca âhirzaman dedim durdum. Şimdi artık mutluyum. O Asr-ı Saadet'te neler çektiğimi bir ben bilirim. Hangi sahabeyi görsem dizlerimin takatı kesilirdi. Hele Ömer, onu görünce saklanacak delik arar, yolumu değiştirirdim. Daha sonra da rahat yüzü gördüm sayılmaz. Sahabeler gitti, müçtehidler geldi. Her asırda bir kutup, bir müceddid, nice alim, nice veli... Bana rahat yüzü mü gösterdiler?. Geylânî gitti, Gazali geldi; Rabbanî gitti, Mevlâna geldi.. Selçuklunun çöküşüyle biraz rahat edeceğimi sandım. Ne gezer. Al sana Osmanlı Ama şimdi altın devrimi yaşıyorum. Evet altın devrimi. Şeytan, daha sonra da bir nârâ atarak "Gün benim, devran benim" diye ekledi.
"Milyonlarca, milyarlarca insanı nasıl yoldan çıkarıyorsun? Bunu hangi kuvvetle yapıyorsun?" diye sordu adam.
Şeytan bir kahkaha savurdu: "Allah'ın onlara verdiği kuvvetle!" "Nasıl olur!?"
"Anlatayım," dedi şeytan. "İnsana takılan bütün âletler, duygular, verilen bütün hisler, kuvvetler hep Allah'ın ihsânı. Ben o insana Allah'ı unutturuyorum. İçine vesvese atıyor, ne lâzımsa yapıyorum. Oyunlar tezgâhlıyor, tuzaklar kuruyorum. Sonunda bana uyarsa, Allah'ın bu ihsanlarını benim istediğim yönde kullanıyor. İşte bütün mesele bu kadar basit."
"Demek sen Allah'ı biliyorsun?" diyerek hayretini belirtti adam.
Şeytan acı acı gülerek; "Öyle lâf ediyorsun ki şaşıyorum" dedi.
"Hiç bilinmeyen bir Zât'a isyan edilir mi? Onu bilmeyen mi var? Ama kimisi Kur'an'ı dinler, emirlerine uyar. Kimisi de beni dinler, isyan yolunu tutar. Bu ayrı mesele."
Adam, şeytana silahlarını sordu. "Bunları ezberlemeye hafızan yetmez," dedi şeytan. "En çok kullandıklarım dünya sevgisi, benlik dâvâsı, şehvet, gazap, hırs, haset, riya. Herkesin nabzına göre şerbet veririm. Birine aldanmazsa, diğerini sunarım. Kendime bağlayıncaya kadar peşini bırakmam. Bunu başardım mı işim kolaylaşır. Artık ben o kişinin ardına düşmem. 0 beni takip eder."
Şeytan onu bir kabre götürerek "Bak" dedi. Adam baktı. Toprağın altı da, üstü gibi seyredilebiliyordu
Şeytan, "Şu var ya," dedi, "Bil bakalım, erkek mi, kadın mı?"
"Ne bileyim ben," diye cevap verdi adam.
Şeytan "vaktiyle" dedi, "şu kemikler bir kadının, şu ileridekine de bir delikanlının bedenleri sarılıydı. İkisini de rahatlıkla parmağımda oynatıyordum. Bu kâinatı, ondaki harika hadiseleri, insanın mükemmel yaratılışını, ölümü, hesap gününü, kısacası, her hakikatı unutturdum onlara. Şehvetten başka birşey düşünmez oldular. Bir ömür boyu hayvan gibi yaşadılar. Şimdi de azap çekiyorlar."
Mezarlıkta biraz ilerlediler. Şeytan bir başka kabri gösterdi: "Bil bakayım," dedi, bu kemikler zengin kemiği mi, fakir kemiği mi?"
"Kemiklerden birşey anlaşılmıyor" dedi adam. Ama mezar taşından bu şahsın vaktiyle zengin biri olduğu belli.
"Evet," diye cevap verdi şeytan. "Ben bu adamı servetiyle gururlandırdım. Mal sevgisi gönlünde o kadar yer etti ki, işin birini bırakıp diğerine koşuyor, rüyalarında bile parayla uğraşıyordu. Ona rahat yüzü göstermedim. Gayri meşru kazançların peşinde koşturdum. Zâlim ettim, hırsız ettim, mağrur ettim... Bunlar onu mahvetmeye yetti; şimdi ilk hesabını veriyor. Şu berideki de bir fakirdi. Onu da bunun malına haset ettirdim. Kalbine kin ve nefret tohumları serptim. Bu kadarla da kalmadım, onu ruhî bunalımlara ittim. Sonunda kaderi tenkide kadar götürdüm. O da bir başka azap içinde. İşte bir taşla iki kuş vurmak diye buna denir."
Sözün burasında hiç alâkası yokken yine, "Şu Osmanlılar yok mu," diye içini çekti, şeytan" kendileri gittiler ama, yine de bana çok çektiriyorlar. Fakat ben de intikamımı iyi aldım."
"Nasıl aldın?' diye sordu adam.
"Anlatayım," dedi. Bunu söylerken göğsünü kabartmış, ellerini koltuklarının altına sokmuş, başını gururla dikmişti:
"Asırlarca dinin, îmanın ve namusun bayraktarlığını yaptılar. Nice plânlarımı akîm bıraktılar. Nice insanları Allah'a secde ettirdiler. Fakat, şimdi ne oldu? Onların torunları benim peşimdeler. Hâyâ perdelerini sıyırıp çöpe attım. Şimdi birbirlerinin namusuna kötü gözle bakmayı hüner sayıyorlar. Bu manzara beni keyfimden çıldırtıyor. Dahası da var. Dün Osmanlının isminden dehşete kapılan Avrupalı, bugün memleketinize rahatlıkla giriyor. İstediği gibi eğleniyor ve Meyhanelerinizde, kızlarınızın taşıdığı içkileri içiyorlar.Bu konuşmaları dinlerken adamın içinde bir sıkıntı belirmiş ve şeytanın kendisini ümitsizliğe düşürmek istediğini anlamıştı. Elbette daha fazla konuşturamazdı:
"Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır." diye başladı söze. "işte şimdi bu bahara girmek üzereyiz. Sözünü ettiğin pespaye gençliğe bedel din, vatan millet için gece gündüz çalışan çırpınan, göz yaşı döken yeni bir gençlik daha yetişiyor. Hem de akıl almaz bir hızla. Bunu sen de biliyorsun. Nitekim onlarla durmadan uğraşıyorsun. Öyle değil mi?"
Şeytan adamın söylediklerini inkâr edemezdi. Ve yanından ayrılırken "evet" dedi biliyorum.
Ama yine de onlarla uğraşacağım." deyip, kaybolması bir oldu.

SİZİN KEFENİNİZE İHTİYACIMIZ YOK
Şeyh Ebû Abdullah-ı Dineverî Hazretleri ömrünün son yıllarında seyahate çıkmıştı. Seyahat esnasında Vadiül-Kur'a denen yere vardı. Orada bir mescide yerleşti. Yorgunluk ve ihtiyarlık sebebiyle daha fazla yürümeğe mecali kalmamıştı. Orada ona hiçbir yiyecek vermedikleri gibi evlerine de misafir etmediler.
O mübarek bir gece yatsı namazından sonra yine aç susuz mescidde kalakaldı. Cenab-ı Allah ömrünü tamamlamıştı. O gece mescidde vefat etti. Sabahleyin gelen cemaat ona kefen hazırlayıp, cenaze namazını kılarak defnettiler. Fakat bir Allah dostunu gücendirmişlerdi. Onlardan tabii ki Allah da razı olmayacaktı. Ertesi gün, mescide geldiklerinde o garip yolcuyu sarıp defnettikleri kefeni mihrapta buldular. Üzerinde bir parça kağıda şöyle yazılmıştı:
-Benim dostlarımdan birisi size geldi. Siz onu misafirliğe kabul etmediğiniz gibi yemek bile vermediniz. Benim dostum sizin bu merhametsizliğiniz yüzünden açlıktan mescitte vefat etti. Bizim sizin kefeninize ihtiyacımız da yoktur.

SOMUNCU BABA
Hamidettin-i Aksarayi hazretleri Yıldırım Beyazıt zamanında Bursa'da ekmek yapar satardı. Onun ekmeklerini şehir halkı âdeta yağmalarcasına alırlardı. Nasıl bir hamur yoğuruyordu da, bu derece lezzetli ekmek yapıyordu, bu kimsenin malumu değil onun
"Somunlar ... Müminler ..." diye sokak aralarına, tatlı tatlı dökülen sesini duyunca, bütün Bursalı'lar birbirine girerdi.
Böylece Ulu Camii yapılırken orada çalışan işçilere kendi fırınında yaptığı somunlarını getirir ve dağıtırdı. O küçücük fırınında yapılan somunlar işçilere yeter ve herkes o somunlardan rızıklanırdı. Camide çalışan işçiler yemek saatinin gelmesini ve somuncu babalarının onlara taptaze sıcacık ve leziz somunlarından getirmesini dört gözle bekler, öğle saatini kollardı.
Nihayet Ulu Camii inşaatı bittiğinde; Yıldırım Beyazıt Emir Sultan Hazretlerine ilk hutbeyi okumasını söyler. Emir Sultan Hz. Padişah'a burada Hamidettin-i Aksarayi hazretlerinin ikamet ettiğini ve o varken hutbeyi okumanın kendisine düşmeyeceğini anlatır. Padişah'ta Somuncu baba'nın okumasını kendisinden rica etmesini söyler. Ve nihayet Israrlara dayanamayan Somuncu baba hutbeye çıkar.
Hutbe'de Fatiha süresinin yedi farklı tefsirini yapar. Tefsir bittikten sonra;
"Fatiha süresinin ilk tefsirini bütün cemaat anlar, ikinci tefsiri cemaatin büyük bir kısmı anlar, üçüncü tefsiri cemaatin yarısı anlar, dördüncü tefsirini cemaatin küçük bir kısmı anlar, beşinci tefsiri cemaatin çok azı anlar, altıncı tefsiri birkaç kişi anlar ve yedinci tefsiri sadece kendisi anlar"
Cemaat Somuncu babalarının ne kadar büyük bir Allah dostu Evliya olduğunu görünce cami çıkışında onun elini öpmek isterler. O mübarek Zat cemaat'in isteğini kıramaz ve Ulu Camiin üç kapısından çıkan cemaat'e elini öptürür. Böylece bütün cemaat Hazret'in elini öpme şerefine nail olur.
Artık dağılmaya başlayan cemaat kendi aralarında konuşurken kendilerinin somuncu babanın elini öptüğünü anlatırken birden farklı kapılardan çıktıkları halde elini öptüklerini anlarlar. Kendilerinin Somuncu babalarının kerametini görünce Somuncu babalarına koşarlar. Oradaki görevi biten Hazret artık gitmiştir. O günden sonra bir daha Bursa yakınlarında görülmez. Hamidettin-i Aksarayi Hazretleri Soluğu Kayseri'de alır.

Sürgün
İsrailoğulları arasında bir fasık vardı, fasıklıktan bir türlü vazgeçmiyordu, günün birinde beldesinin halkı ondan iyice bıktı, koyulduğu kötü yoldan onu vazgeçirmekten ümit kesilince ondan kurtulmak için Allah'a yalvardılar.
Allah (C.C.) Hz. Musa'ya (A.S.) vahyetti ki, "İsrail oğulları arasında fasık bir delikanlı var, onu beldelerinden sür ki, onun kötülüğü yüzünden üzerllerine ateş yağmasın."
Hz. Musa da o beldeye vararak delikanlıyı sürdü. Delikanlı beldesinden çıkarak bir köye sığındı. Bunun üzerine Allah'dan o köyden de onu kovma emrini alan Hz. Musa, delikanlıyı yeni yurdundanda çıkardı.
İkinci sefer sürgüne çıkan delikanlı bu defa insansız, bitkisiz, vahşi hayvansız ve kuş uçmaz bir mağaraya sığındı. Bu ıpıssız mağarada yalnız kendisi ile başbaşa kalan delikanlı çok geçmeden hastalandı, yanında bakacak hiç kimsesi yoktu.
Toprağın üzerine yığıldı, başını da yere koydu. Bu acıklı durumda dudaklarından şöyle mırıldandı, "Annem başucumda olsaydı, halime acır ve zilletime ağlardı. Babam yanımda olsa yardımıma koşar, başımın çaresine bakardı. Karım burada olsa ayrılığımızın acısına ağlardı... Çocuklarım yanımda olsalar, cenazemin arkasından gözyaşı döker ve "Allah'ımız! Garip, zavallı, günahkar, beldesinden yabancı bir köye sürülmüş, orada da barındırılmayacak ıssız bir mağaraya koyulmuş ve ıssız mağarada da dünyadan ayrılarak ümitsiz bir ahiret yolculuğuna çıkmak üzere olan babamızı sen af eyle " dua ederlerdi.
Allah'ım Beni ana- babamdan, evladımdan, karımdan ayrı düşürdün, fakat rahmetinden mahrum etme. Onların acısı ile kalbimi yaktın, fakat günahıma karşılık beni ateşinde yakma.
Delikanlının bu acıklı yalvarmaları üzerine Allah, delikanlıya anası ve karısı kılığında birer huri, çocukları kılığına girmiş genç melekler ve babası kılığında da bir melek gönderdi. Gelen huri ve melekler yanıbaşına oturarak üzerine ağladılar. Delikanlı da " İşte ana - babam, karım ve çocuklarım, sonunda bana gelmişler!" diyerek ölçüsüz bir sevince boğuldu, gönlü feraha kavuşarak günahtan arınmış ve affa uğramış bir halde Allah'ın rahmetine kavuştu.
Bunun üzerine Allah (C.C.) Hz. Musa (A.S.) bildirdi ki,"Filan yerdeki falan kuytu mağaraya git, orada velilerimden bir veli öldü, yanına var, ona karşı yapılacak görevleri bizzat yürüterek ölüsünü defnet".
Allah'ın bu talimatına uyan Hz. Musa (A.S.) kuytu mağaraya varınca Allah'ın emri ile önce kendi beldesinden ve sonra sürgün olarak yaşadığı köyden kovduğu delikanlının ölüsü ile karşı karşıya olduğunu ve cenazesinin çevresini melekler ile hurilerin tuttuğunu görür.
O zaman Hz. Musa (A.S.) Allah'a "Allah'ım ! Bu ölü, senin emrin uyarınca beldesinden ve sürgün yerinden kovduğum delikanlı değil mi?" diye sorar.
Yüce Allah Hz. Musa'ya cevap verir. "Evet ya Musa, fakat sonra ben onu rahmetimin şemsiyesi altına alarak affettim. Çünkü toprak üzerine uzanmış, yatarken bana yakardı. Memleket, ana - baba, eş ve çocuk hasretine katlandı. Ona son nefesinde anası ve eşi kılığında birer huri, babsı ve çocukları kılığında melekler gönderdim
Bilirsin ki, garip öldüğü zaman yer ve gök ehlinin hepsi onun için yas tutarlar. Ben merhametlilerin en merhametlisi iken ona nasıl acımazdım."
Garip bir kimse komaya girdiği zaman Allah meleklerine buyurur ki, "Ey meleklerim! Bu adam gariptir, yolcudur, çoluk -çocuğundan, eşinden, ana-babasından ayrı düştü. Ölünce arkasından ağlayacak, yasını tutacak bir kimsesi yoktur."
Arkasından Allah, meleklerden birini babası kılığına, bir başkasını çocuğu kılığına, bir diğerini yakın akrabasından birisi kılığına koyar.
Bunlar son nefesinde yanına varırlar. Garip hasta gözlerini açar ana-babasını, eşini görür, yüreği rahatlar, ruhunu huzur ve sevinç içinde teslim eder.
Daha sonra cenazesi yola çıkarılacağı zaman, melekler onu uğurlar ve mezarı başında Kıyamet gününe kadar dua ederler.

Tevbe
Fakih anlatıyor:
-Rahmetlik babam (senedi saydıktan sonra) Hz. Ali b. Ebî Talib (r.a.) şöyle dediğini anlattı:
-Resûlüllah (s.a.v), müslümanlar arasında kardeşlik bağı kurdu. Bu çeşitten olmak üzere, Said b. Abdullah ile Sa'lebe Ensarî arasında bir kardeşlik bağı kurdu.
Bu sırada , Resûlüllah(s.a.v.) , Tebük gazasına çıkmıştı.
Said b. Abdullah gaza niyeti ile yola çıktı. Yerine kardeşi Sa'lebe'yi çoluk çocuğunun işi için vekîl bıraktı. Sa'lebe odun taşıyor; su getiriyor. Bütün bunları yaparken, sevabını Allahu Tealadan diliyordu. Bir gün dönüşünde eve girdi. İçeri girince ona iblis geldi:
- Şu perdenin arkasına bak, deyince , Sa'lebe, perdeyi kaldırdı ve kardeşinin güzel hanımını gördü. Dayanamadı; yanına girdi onu okşadı.
Kadın şöyle dedi:
- Ey Sa'lebe! Allah yolundaki kardeşinin bizim için sana bıraktığı hakkı koruyamadın.
Bunun üzerine Sa'lebe :
- Eyvah, mahvoldum! Diye bağırıp yola düştü. Bir dağa çıktı.
Yüksek sesle şöyle yalvarıyordu:
- İlahi Sen Sen'sin: ben de benim. Sen mağfiretle karşılayansın. Ben ise, günahlarla, hatalarla huzuruna geldim...
Resûlüllah (s.a.v.) gazadan döndükleri zaman, herkes kardeşini karşılamaya geldi. Ama, Said'in kardeşliği gelmedi.
Said evine gitti; hanımına sordu:
- Allah yolunda kardeş olduğumuz Sa'lebe nerede?
Kadın şöyle anlattı:
-O kendini hatalar denizine attı; dağa doğru çıkıp gitti. Said kardeşini aramak üzere yola çıktı; gidip buldu.
Sa'lebe yüzüstü düşmüştü. Başını iki eli arasına almıştı. Yüksek sesle şöyle diyordu:
- Zillet makamım ne kadar düşük! Rabbine âsi olan kimsenin makamı nasılsa öyle...
Said ona şöyle dedi:
- Kalk ey kardeşim, bu gördüğüm hâl nedir?
Sa'lebe şöyle dedi:
- Seninle gelemem. Ancak, şu şekilde gelebilirim: Elimi boynuma bağlamalısın. Zelil bir kul, efendisinin kapısına nasıl götürülürse öyle götürmelisin.
Said onun dediğini yaptı. Sa'lebe'nin Hamsane adında bir kızı vardı. Gelip babasını aldı; Hz. Ömer (r.a)'in kapısına götürdü. Evden içeri girdiler. Sa'lebe , Hz. Ömer(r.a.)'e şöyle dedi:
- Allah yolunda gazaya çıkan kardeşimin hanımına dokundum. Benim için tevbe yolu varmı?
Hz. Ömer (r.a.) şöyle dedi:
- Git yanımdan, saçlarından tutup seni ezmek istiyorum. Buradan çık, git; benim yanımda sana yer yok.
Buradan çıkınca , Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in yanına gitti; şöyle dedi:
- Allah yolunda gazaya çıkan kardeşimin hanımına dokundum. Benim için tevbe yolu varmı?
Hz. Ebû Bekir (r.a.) şöyle dedi:
-Git buradan ; benide kendi ateşini yakma; Bana göre , senin için hiçbir tevbe yoktur.
Oradan çıktı; Hz. Ali (r.a.)'nin kapısına gitti.
Şöyle dedi:
- Allah yolunda gazaya çıkan kardeşimin hanımına dokundum. Benim için tevbe yolu varmı?
Hz. Ali (r.a.) şöyle dedi:
- Çık git buradan. Bence, senin için bir tevbe yoktur.
Buradan çıkınca, şöyle dedi:
- Ey kardeşim! Ey kızım! bu üç kişi beni ümitsiz bıraktı. Ümidim o ki, Resûlüllah (s.a.v.) beni ümitsiz bırakmaz.
Bunun üzerine kızı, onu Resûlüllah (s.a.v.)'ın yanına götürdü.
Resûlüllah (s.a.v.) onu görür görmez şöyle dedi:
- " Cehennemin zicirlerini ve bukağılarını, bana hatırlattın."
Resûlüllah (s.a.v.)'a şöyle dedi:
- Yâ Nebiyyallah! Allah yolunda gazi kardeşimin karısına dokundum. Benim için tevbe yolu varmı?
Resûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
- "Çık buradan ; bana göre hiçbir şekilde senin tevben yoktur."
Oradan böyle çıktıktan sonra kızı ona şöyle dedi:
- Ey baba, Muhammed (s.a.v.) ve ashabı senden razı oluncaya kadar; sen benim babam değilsin; ben de senin kızın değilim.
Bunun üzerine Sa'lebe yüksek sesle:
- Yâ Rabbi! Ömer'in kapısına gittim; beni dövmek istedi. Hz. Ebû Bekir'e gittim; beni azarladı, tahkir etti. Hz. Ali'nin yanına gittim; beni kovdu. Peygambere gittim; beni ümitsiz bıraktı.
Ey Mevlam! Benim için sen ne yapmayı istiyorsun. Bu duâma "evet" diyecekmisin? yoksa cevabın "hayır" şeklinde mi olacaktır?
Bunun üzerine semadan bir melek geldi; Resûlüllah (s.a.v.)'a şöyle dedi:
-Allahu Teala soruyor: Halkı sen mi yarattın, yoksa ben mi?
Resûlüllah (s.a.v.), Allahu Teala'yı murad edip, şu cevabı verdi:
-"Sen, ey efendim!"
Bunun üzerine melek şöyle dedi:
-Allahu Tealâ şöyle buyuruyor:
-Kuluma müjdele; onu bağışladım.
Bunun üzerine Resûlüllah (s.a.v.) ashabına sordu:
- "Sa'lebe'yi kim bana getirecek?"
Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Ömer (r.a.) kalktılar:
- Biz getiririz, Yâ Resûlallah! Dediler.
Hz. Ali (r.a.) ve Selman (r.a.) da kalktılar:
- Ya Resûlallah! Biz getiririz, dediler.
Resûlullah (s.a.v.) Hz. Ali (r.a.) ve Selman (r.a.)'a izin verdi.
Sa'lebe'nin yolunu tutup gittiler. Yolda Medine çobanlarından birine rastladılar.
Hz. Ali (r.a.) ona sordu:
- Resûlullah'ın ashabından birini gördünmü?
Çoban şöyle dedi:
- Galiba siz cehennemden kaçan birini arıyorsunuz?
- Evet,i onu arıyoruz. Bizi onun yanına götür, deyince çoban şöyle dedi:
- Gece basınca, şu dereye gelir gider, şu ağacın altına oturur. Sonra Yüksek sesle şöyle der:
- Rabbine âsi olanın makamı ne kadar düşüktür!
Orada beklediler. Gece olunca Sa'lebe geldi; o ağacın altına gidip oturdu. Sonra ağlayarak secdeye kapandı.
Selman onun ağlamasını duyunca, ona doğru yürüdü ve şöyle dedi:
- Yâ Sa'lebe kalk. Âlemlerin Rabbi seni bağışladı.
Bu sesi duyunca sordu:
-Habîbim Muhammed nasıldır?
Allah'ı ve seni seviyor, dediler. Bilâl namaza kalktığı zaman, Sa'lebe'yi mescide getirdiler. Safın son kısmında durdular.
Resûlüllah (s.a.v.) namazda :
- "Çoklukla övünmek sizi oyaladı" (Tekâsür sûresi, âyet:1) âyetini okuduğu zaman, bir bağırırş bağırdı.
- "O kadar ki; kabirleri ziyaret ettiniz" (Tekâsür sûresi, âyet:2) âyetini okuyunca bir daha bağırdı;dünyadan ayrıldı.
Resûlüllah (s.a.v.) namazı bitirince Sa'lebe'nin yanına geldi.
-" Ey Selman, onun üzerine su serp."
Selman:
- Yâ Resûllallah, o dünyadan ayrıldı.
Sonra kızı geldi; Resûlüllah'a şöyle dedi:
- Yâ Resûlallah, babam nerede? Ona hasret kaldım.
Resûlüllah (s.a.v.) ona:
- " Mescide gir " dedi. Mescide girince, babasını ölmüş buldu. Elini başına götürdü.
- Ah perişan halim, ah babacığım, senden sonra bana kim bakacak?
Demeye başladı.
Onun bu haini gören Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
-" Ey Hamsane! İstermisin: Ben, senin baban olayım; Fatımada kardeşin?"
Buna karşılık şöyle dedi:
- Olur Yâ Resûlallah!
Resûlullah (s.a.v.) Sa'lebe'nin cenazesine gitti. Kabrin kenarına geldiği zaman, parmak uçlarına basarak yürüdüğü görüldü.
Döndükleri zaman, Hz. Ömer (r.a.) şöyle sordu:
- Yâ Resûlallah! Kabrin başında parmak uçlarına basarak yürüyordun; nedendir?
Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
- "Yâ Ömer! Meleklerin çokluğundan, ayağımın tabanını basacak yer bulamadım ."
FAKİH der ki:
- Yukarıdaki hikâye çeşitli lafızlarla anlatılmıştır.
Söylendiğine göre şu âyet-i kerime o sahabe hakkında nâzil olmuştur.
- " O kimselerki: Bir kötülük işledikleri, ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı anarlar; günahlarının bağışlanmasını isterler. Günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir?
Bir de onlar, günaâh üzerinde bile bile ısrar etmezler. Bunlara rablerinden mağfiret vardır; altından ırmaklar akan cennetler vardır. Orada ebedî kalırlar. Böyle yapanların mükâfatı, ne kadar güzeldir. " (Âl-i İmrân sûresi, âyet: 135-136)

ÜÇ KIZLAR
Konya'da Mevlânâ türbesinin arka bahçesinde dizi dizi mezar taşları vardır. Mevleviler, bu mezarlığa Hâmuşan(susanlar) der. Bir çok Mevlevî büyüğü burada yatar.
Bahçe duvarının arkasındaki ikinci mezarlığın adı ise Üçler mezarlığıdır. Üçler mezarlığı, sanduka biçimindeki üç Selçuk mezar taşından dolayı bu adı almış. Mezarlığa üçler dendiği gibi, Üç kızlar şehitliği de denir.
Konya ve yöresi halkı evlenme, çocuk doğurma, sevda konularında başları sıkıştığında, üç kızlar şehitliğine gider burada Allah'a niyazlarda bulunur.
1144 yıllarında Sen Bernar adında mutaassıp bir rahip. Avrupa'da kapı kapı dolaşarak İkinci Haçlı seferi'ni yapabilmek için adam ve para topluyor Fransa kralı Lui VII ve Almanya imparatoru Konrad III ordularını dizip Kudüs'ü fethetmek üzere yollara dökülüyor, Anadolu'ya geçiyorlar. Ordular, o çağların geçit şehirlerinden biri olan Konya Kalesi etrafında birleşiyorlar. Ve şehir çok sıkı bir kuşatma ile çevriliyor.
Lui'nin ve Konrad'ın orduları, oraya kadar esaslı bir direnmeye uğramadıkları için yıpranmamışlar, teçhizat bakımından da hayli güçlüler.
Konya, çok ciddi bir tehlike ile karşı karşıya. Neredeyse Kale düşecek, şehir gidecek.
Kaleyi savunan Selçuk ordusunun en bahadır ve imanlı gençleri doğudaki kale kapısından "Küffar" üzerine amansız saldırılar yapıyorlar ama, kuşatmayı yarmak bir türlü mümkün olmuyor.
Akşama doğru savaş biraz hafiflemiş ve güneş batarken, her iki taraf yaralılarını çekmek üzere geçici bir silah bırakışması yapılmıştır. Buna rağmen, gündüz çok kızışmış olan dövüşmenin etkisiyle, ortalıkta sükûnet sağlanamıyor ve kale bedeni hâlâ emin bir hâle gelememiş.
Selçuk ordusunun en levent, en yiğit üç genç kumandanı ardı ardına oklanıp, kale kapısının hemen yakınında, ağır yaralı olarak yatıyorlar.
Vuruşma biçiminden, kıyafetlerinden, etraftaki hareketten önemli kişiler olduğunu anladıkları için, haçlı ordusu, yerde yaralı yatan bu üç kumandana bir türlü rahat vermiyor, yaralıları içeri almak için yapılan her girişim müthiş bir ok yağmuruyla karşılanıyor.
Bu üç bahadır Türk'ün üç de güzel nişanlısı vardı. Bunlar, yiğitlerinin , güneşin altında, aldıkları sayısız yaraların etkisiyle "Su! Su!" diye inlediğini görünce, çılgına dönmüşler, "Bu günde işe yaramazsak ne güne duruyoruz?" diye gayrete gelmişlerdi.
Savunma komutanı, kavaklar gibi nazlı, narin bu üç güzel kızın önünde durdu,
"Ne yapıyorsunuz?"
Ama, dur durak zamanı değil ki... Can pazarıydı bu! Erleri bir yudum su içmeden, bir tatlı söz duymadan mı ruhlarını Allah'a teslim edeceklerdi?
Kızlar, içi buz gibi su dolu testilerini kaptıkları gibi kale kapısından dışarı fırladılar. Onlar sadece bu testileri yaralıların yanına ulaştırabilmeyi düşünüyorlardı. Gerçi geçici bir silah bırakışması yapılmıştı ama haçlı ordusuydu bu! Kızların vücutları oklarla delik deşik edilmişti. Buna rağmen kökünden kesilen nazlı kavaklar gibi, nişanlılarının üstüne devrilen kızlar testilerini onların yanan dudaklarına değdirebildiler.
Gün iyice çekilmiş, ortalık zifiri karanlık olmuştu. Yaralılar ancak göz gözü görmeyen o saatte rahat rahat içeri alınabilirdi.
Konya kalesi içinde sanki her ev bir hastaneydi. Herkes gidenlere ağlıyor, kalanları iyi etmeğe bakıyordu. Üç şehit kız o gece şehit düştükleri yere gömüldü.
Haçlı ordusu Konya kalesi kapısında darmadağınık edildikten ve geri kalan birkaç şövalye kıtası ile kral, perişan bir halde Kudüs'e doğru yola düzüldükten sonra, kızların gömüldüğü yere mezarları yapıldı.
O gündür, bu gündür, bu üç sevda şehidi, sevdim, deyince ne türlü sevmek gerektiğinin timsali olarak, halkın gönlünde ve dilinde yaşayıp gezdiler.

YÜZÜKTEKİ YAZI
Efendimiz Sallahu aleyhi vesellem'e bir yüzük hediye geldi. Hazreti Ebu Bekir'e (r.a.) verdi:
- Ya Atik! Bu yüzüğü bir kuyumcuya götür de "lâ ilâhe illâllah" yazdır buyurdu. Hazreti Ebu Bekir (r.a.)yüzüğü kuyumcuya götürüp üzerine "Lâ ilâhe illallah Muhammemmedürresûlüllah" yazdırdı.
Halbuki Rasûlullah böyle emretmemişti ama, O Allah ismi şerifinin peygamberimizden ayrılmasını arzu etmemişti, onun için böyle yazdırdı. Hazreti Ebu Bekir yüzüğü kuyumcudan alıp Resûlüllah'ın huzuruna gelirken, Hak Teâlâ, Cebrail aleyhisselam'a :
- Yetiş, habibimin yüzüğüne Ebu Bekir' ismini de yaz. Çünkü o Benim ismimi habibimin isminden ayırmayı uygun bulmadı, ben de onun ismini habibimin isminden ayırmayı uygun bulmam,buyurdu. Cebrail aleyhisselam derhal yetişti ve Hazreti Ebu Bekir'in elindeki yüzüğe " Ebu Bekir Sıddık" yazdı. Hazreti Ebu Beki,r Huzur-u Saadete girip yüzüğü teslim etti. Okuduklarında: "Lâ ilahe illallah Muhammedürresûlüllah, Ebu Bekir Sıddık" yazılı olduğunu görüp Hazreti Ebu Bekir'den bu şekilde yazılmasının hikmetini sordular.
Hazreti Ebu Bekir (r.a.) yüzüğün üzerinde kendi isminin olduğunu bilmiyordu. Çok utandı, kızardı ve başını önüne eğdi terlemeye başladı. Orada Allah'ın izni ile Cebrail aleyhisselâm yine yetişip Hazreti Ebu Bekir'i müşkil durumdan kurtardı:
-Ebu Bekir'in yüzüğün üzerinde kendi isminin yazıldığından haberi yoktur. Allah'ın selâmı var, Habîbim üzülmesin, buyuruyor dedi ve olanları bir bir anlattı.
Orada bulunan ashab, Ebu Bekir Sıddık Hazretlerinin ne derece yüksek bir mertebede olduğunu anladılar ve gıpta ile seyrettiler.

ZEVCESİNE GÖTÜRÜN
Biri, Rasûlullah (s.a.v.)'a geldi ve şöyle dedi:
-- Ya Rasulallah! Siyahlığım ve yüzümün çirkinliği, cennete girmeme engel olur mu?
Bunun üzerine, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
--"Olmaz. Nefsimi kudret elinde tutan Yüce Allah'a yemin ederim ki; sen, Rabbine iman etmemişsin. O'nun Resûlünün getirdiklerine de inanmamışsın"
Buna karşı o kimse şöyle dedi:
-- Sana peygamberlik ikramını yapan Yüce Allah'a yemin ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed Allah'ın Resûlüdür. Şahadetimi, bu meclise oturmadan sekiz ay önce yapmıştım. Ve sen o zaman huzurunda olanlar ve olmayanlara hitab etmiştin. Siyahlığım ve yüzümün çirkinliğine bakıp kovmuşlardı. Halbuki ben:
Benîselim kabilesindenim. Kavmimin içinde soylu biriyim. Dayılarımın siyahlığı bana ağır basmış. Onun bu sözlerini dinleyen Rasûlullah (s.a.v.) şöyle sordu:
--"Amr b. Vehb bugün burada mı?"
Rasûlullah'ın sorduğu zât, Sakif kabilesinden biri idi. Yakın zamanlarda müslüman olmuştu.
--Burada değil dediler. O siyah sahabeye sordu:
-- "Onun evini biliyor musun?"
--Biliyorum, deyince, şöyle buyurdu:
--"Onun evine git. Kapısına yavaşça vur; selâm ver. içeri girince şöyle söyle:
-- Rasûlullah (s.a.v.) kızınızı bana zevce olarak verdi." Amr b Vehb'in sevimli bir kızı vardı. Güzellikten ve akıldan yana nasipli biriydi. O kimse gitti, kapıyı vurdu, selâm verdi. Arapça konuştuğunu görünce merhaba deyip kapıyı açtılar. Ama siyahlığını ve yüzünün çirkinliğini görünce ondan sıkılmaya başladılar.
--Rasûlullah (s.a.v.) kızınızı bana zevce olarak verdi, deyince onu kötü bir şekilde reddettiler. O kimse, oradan çıkınca, doğru Rasûlullah (s.a.v.)'ın yanına geldi. O, gittikten sonra, kız babasına şöyle dedi:
-- Ey babacığım! Vahiy seni rüsvay etmeden bir kurtuluş yolu ara. Eğer Rasûlullah (s.a.v.) beni ona zevce olarak vermiş ise, Allah'ın ve resûlünün rıza gösterdiğine razıyım. Babası hemen çıktı, Rasûlullah (s.a.v.)'a geldi; ona yakın bir yere oturdu. Rasûlullah (s.a.v.) onu görünce sordu:
-- "Sen misin, Allah'ın Resûlünü reddeden?"
Buna karşılık şöyle dedi:
-- Yaptım; ama Allah'tan bağışlanmamı istedim. Onun yalan söylediğini sanmıştım. Eğer doğru ise, kızımızı ona zevce olarak veriyoruz. Allah'ı ve Allah'ın Resûlünü darıltmaktan Allah'a sığınırız.
Bunun üzerine dört yüz dirheme nikahı kıydılar.
Rasûlullah damada şöyle buyurdu:
-- "Hanımının yanına var; huzuruna gir."
Buna karşılık damat şöyle dedi:
-- Seni Hak peygamber olarak gönderene yemin ederim ki: Dünyalık bir şeyim yok. Kardeşlerime gidip bir şeyler istemem lâzım.
Resûlüllah buyurdu:
-- "Kadının mihri, mü'minlerden üç kişiye aittir. Osman b. Affan'a git, iki yüz dirhem al."
Hz. Osman (r.a.) fazlasıyla verdi.
-- "Ali'ye git; ondan da iki yüz dirhem al."
Hz. Ali de ona istediğini fazlasıyla verdi.
Bunları aldıktan sonra pazara çıktı. Şen ve sevinçli idi. Hanımına bazı şeyler alıyordu. Bu arada bir ses duydu:
-- Ey Allah'ın süvarileri! Geliniz, sefer var, sefer...
Rasûlullah'ın münadisi öyle çağırıyordu. Bunu duyar duymaz o kimse başını semaya kaldırdı:
-- Allahım! yerlerin ve göklerin Rabbi... Muhammed (s.a.v.)'in ilâhı. Bugün bu paraları, Allah'ın, Resûlünün ve mü'minlerin sevdiği yola sarf edeceğim.Hemen bir at, bir kılıç, bir mızrak ve kalkan aldı. Kuşağını beline bağladı. Başını da güzelce sardı. O kadar sardı ki: Yalnız gözleri görünüyordu: Bu hali ile gitti, muhacirlerin yanında durdu. Onu böyle görünce tanımadığımız bu atlı kimdir? dediler. Hz. Ali(r.a.) onlara şöyle dedi:
-- Bırakın onu. Belki o size Bahreynden katıldı, belki de Şam tarafından gelmiştir. Belki de o sizden dinî bilgilerinizi öğrenecektir. İsterim ki o varlığı ile sizlere yardımcı olsun. Savaş sırasında, mızrak vurdu, kılıç salladı... Atı onu yorunca indi. Kollarının yorgunluğunu giderdi. Sonra kollarını sıvadı. Rasûlullah! (s.a.v.) onun siyah kollarını görünce sordu:
-- " Sen Sa'd mısın?"
-- Evet, Ya Rasûlullah! anam babam sana feda olsun.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
-- "Ceddine saadetler."
Bundan sonra durmadan mızrağı ile kılıcı ile savaşmaya devam etti. Her vuruşta Allah'ın düşmanlarından birini öldürüyordu. Bir ara Sa'd düştü dediler. Rasûlullah (s.a.v.) ona doğru yöneldi. Yanına vardı, başını göğsüne yasladı. Yüzünden toprakları elbisesi ile sildi. Ve şöyle buyurdu:
-- "Kokun ne kadar güzel. Seni Allah'ın ve Resûlünün sevgisine ısmarlıyorum."
Bundan sonra, Resûlüllah (s.a.v.) ağladı. Sonra güldü. Sonra yüzünü beri yana çevirdi.
Daha sonra buyurdu:
-- "Kabe'nin Rabbine yemin olsun: HAVZ'a gitti"
Ebû Lübabe dedi ki:
-- Babam anam sana feda olsun, Yâ Rasûlüllah! HAVZ nedir?
Resûlüllah (s.a.v.) şöyle anlattı:
--" Havzı Rabbim bana ihsan eyledi. Onun genişliği San'a ile Basra arası kadardır. İncilerle yakutlarla süslüdür. Onun suyu, sütten beyazdır. Tadı, baldan tatlıdır. ondan bir kere içen ebedî susamaz."
Tekrar sordu:
--Ya Resûlüllah! önce ağladığını, sonra güldüğünü, daha sonra yüzünü çevirdiğini gördük.
Şöyle anlattı:
"Sa'd'ı sevdiğim için ağladım. Onun Allah katındaki derecesine sevinip güldüm. Allah katındaki ikramına sevinip güldüm. Yüzümü çevirmeme gelince, gözde hurilerden zevcelerini gördüğüm içindir. Onların kolları açık, halhalleri gözüküyordu. Onlardan hayâ ederek yüzümü çevirdim." Bundan sonra, onun silahı, atı ve ona ait diğer şeyler için emir verdi:
-- "Bunları alın, zevcesine götürün ve deyin ki:
-- Allah onu sizden daha iyi biri ile nikâhladı."

ZOR ZAMANDA YAPILAN YARDIM
İran- Irak Savaşı'nda kaybettiği kocasının biriktirmiş olduğu imkanları da çoktan tüketmiş, bir gün aç, bir gün tok yaşar hale gelmişlerdi.
Kendi neyse de geride kalan üç çocuk yokluk bilmiyor, acıkınca feryadı basıyorlardı. Kerkük'ün sokaklarında ise sefalet kol geziyordu. Kim kime yardım edecek, destek olacaktı?
Bir yanı yıkılmaya yüz tutmuş evceğizinin camından yola doğru ümitsizce bakarken bir taksinin durduğunu, içinden bir yolcunun da indiğini görmüştü.
Demek ki taksi şoföründe az çok para olacaktı.
Çünkü müşteri indirmişti.
Bütün cesaretini ve ümidini toplayarak yola koştu.
Yaklaşıp direksiyonun başında arabasını hareket ettirmek üzere olan şoföre seslendi:
- Sakın beni dilenci falan zannetmeyin.
Üç çocuğumla üç gündür aç beklemekteyim.
Bu gidişle namusumun lekelenmesinden korkmaya başladım.
Allah rızası için yardımda bulunun. Ben açlıktan ölmeye razıyım.
Fakat çocuklarımın çığlıklarına tahammül edemiyorum...
Beklemedik bir anda gelen bu Allah rızası için yardım talebi
zaten kıt kanaat geçinen şoförü şaşırtmıştı.
Düşünmeye başladı.
Cebinde bir miktar parası vardı var olmasına.
Ancak bu parayı aylardır biriktiriyordu.
Çünkü taksinin dört lastiği de eskimişti.
Onları değiştirmek için çırpınıyordu. Zaten akşamları eve gelince hanım devamlı ikaz etmekten geri kalmıyordu:
- Ne zaman değiştireceksin bu lastikleri? Birazcık geç kalsanaklıma kötü şeyler geliyor. Acaba bir kaza mı yaptı kabak lastiklerle? diye korku içinde bekliyorum.
O an için nefsi ve şeytani birlik olup vesvese vermeye başladılar:
- Sen zaten zor geçinen kimsenin. Yardım edecek durumda değilsin.
Bas gaza, git yoluna.
Fakat imanı ve vicdanı da sesleniyorlardı:
- Para dediğin şey böyle gün için lazım olur.
Belli olmaz Allah'ın rızasını nerede olduğu.
Biriktirdiğin parayı bu muhtaç hanıma vermelisin. Tam yeridir!
Nihayet nefsini ve şeytanını yenmiş, cebindeki parayı tümüyle uzatarak:
- Al bacım, sen namusunla yaşa. Bu para bir müddet idare eder.
Sonrasına da Allah başka sebepler yaratır demiş,
minnet etmemek için de hemen gaza basıp oradan uzaklaşırken,
kadının: - Sen benim ihtiyacımı karşıladın, Allah da senin ihtiyacını karşılasın...
duasını duymuş, gün boyunca kulaklarında çınlayan bu duaya hep (amin) deyip durmuştu.
Akşam eve gelince beklediği soruya yine muhatap oldu:
- Hâlâ değiştirmemissin arabanınlastiklerini?
Adam, hiçbir şey hissettirmeden:
- Bir lastikçiyle anlaştım. Yeni lastikler gelince hemen değiştirecek... diyerek geçiştirdi.
Bu geçiştirme işi birkaç gün devam ettiği için
bir akşam yine eve gelirken iyice sıkılmış,
bu defa ne diyeceğim diye düşünürken
hiç beklenmedik bir durumla karşılaşmıştı.
Hanım bu defa kendisine adres yazılı bir kağıt uzatmış,
sonra da şöyle demişti:
- Bugün lastikçi geldi, şu adresi verdi. Yarın bana gelsin lastiklerini değiştireceğim, deyip gitti.
Al bu adresi, dedi.
Belli etmemişse de bunun izahını yapamamıştı.
Çünkü böyle bir lastikçi ile konuşmamıştı. Merakla sabahı bekledi.
İlk işi kâğıttaki adrese gitmek oldu.
Garipliğe bakın ki tamirciyi hayatında hiç görmemiş, buraya hiç gelmemişti.
Elindeki kâğıdı uzatınca bir şaşkınlık iki tarafta da yaşandı.
Adam: - Sen o musun, deyip boynuna sarıldı, başladı hıçkıra hıçkıra ağlamaya.
Sonra da şöyle devam etti:
- Tam üç gündür Resülullah Aleyhisselam rüyama giriyor ve bana, "şu adresteki şoförün lastiklerini değiştir,
ücret olarak da benim şefaatime nail ol" buyuruyor.
Allah için söyle. Sen ne türlü bir iyilik ettin,
nasıl bir hayır dua aldın ki, Resülullah Aleyhisselam üç gündür beni ikaz ediyor, senin lastiğini değiştirmem için beni vazifelendiriyor ?

ZÜLKARNEYN VE PADİŞAH
Hikâye ye göre Zülkarneyn, yolculuklarından birinde hiç biri dünya nimetlerinden yararlanmayan bir kavim ile karşılaşır. Adamlar kendilerine birer mezar kazmışlar, sabah olunca herkes mezara girer, orayı süpürür ve orada ibadete koyulur, acıkınca da baklagil otu yerler. ayrıca bir çok bitkileri de kendilerine yasaklamışlardır.
Zülkarneyn, kavmin padişahına haber göndererek kendisi ile görüşmek istediğini bildirir, padişah elçiye "Ona cevap olarak bildir ki, benim kendisinden bir isteğim yok, eğer kendisinin bir arzusu varsa gelsin" der.
Zülkarneyn "Doğru söylüyor" diyerek padişahın karşısına çıkar ve "Bana gelesin diye sana elçi gönderdim, gelmeyince işte ben geldim" der. Padişah "Eğer senden bir istediğim olsaydı, gelirdim" der.
Zülkarneyn der ki, "Niye hiç bir kavimde benzerini görmediğim bir takım şeyleri sizde görüyorum?" Padişah gördüğün acayiplik nedir?" diye sorar. Zülkarneyn "Dünyalığınız ve hiç bir şeyiniz yok, niye altın gümüş edinip istifade etmiyorsunuz?" der. Padişah "Biz altın ve gümüşten nefret edinip istifade etmiyorsunuz?" der. Padiah "Biz altın ve gümüşten nefret ederiz. Çünki insanın biraz altın veya gümüşü olunca nefsi kabarır ve daha fazlasını elde etmeye bakar."
Zülkarneyn "Peki, niye kendinize mezar kazmışsınız, sabah olunca her biriniz mezarına koşuyor, temizliyor ve orada, namaz kılıyor der" Padişah "Orasını gözönünde tutup dünya bize emel aşılamak isteyince böylelikle nefsimizi frenlemek istedik" der.
Zülkarneyn "Baklagil otlarından başka bir yiyeceğiniz olmadığını görüyorum. Niye hayvan edinip sütünü sağmıyor, onları binek olarak kullanmıyorsunuz" diye sorar.Padişah "Midelerimizi canlılara mezar yapmak istemiyoruz, bitkileri kendimize yeterli gördük, insana az miktarda bir yiyecek kâfidir. Hangi yiyecek olursa olsun, gırtlaktan geçtikten sonra bize göre hiç bir tadı yoktur" der.
Bu sırada Padişah elini Zülkarneyn'in arkasına doğru uzatarak bir kafatası alır ve "kimdir bu biliyor musun" diye sorar. Zülkarneyn "Hayır, kimdir" der. Padişah "Yeryüzünün hükümdarlarından biri, Allah ona halk üzerine saltanat vermiş, o da zulüm , haksızlık ve azgınlığa girmiş. Allah onu bu yolda görünce canını alıp başını gövdesinden ayırmış da yere atılmış bir taş gibi olmuş, ayrıca âhirette cezasını vermek üzere Allah onun işlediklerini de bir bir kayda geçirmiş" der.
"Arkasından padişah Zülkarneyn'in başını işaret ederek "Bu kafatası da deminkiler gibi olacak, Ey Zülkarneyn, davranışlarına dikkat et" der.
Bunun üzerine padişaha; "Bana arkadaş olur musun? Seni Allah’ın bana bağışladığı servette kardeş, vezir ve ortak edinirim" diye teklif eder.
Padişah "Ben ve sen bir arada barınamayız" der. Zülkarneyn "Niye" diye sorar. Padişah "Çünkü herkes sana düşman, bana dosttur." der. Zülkarneyn "niye" diye sorar. Padişah "çünkü elindeki mevkii, mal ve dünyalık uğruna sana herkes diş biler. Bana bu hususta da düşman olan birinin olduğunu sanmıyorum, çünkü ben bunları terk etmişim, hiçbir şeyin ne olduğunu ve ne de azlığını duyuyorum" diye cevap verdi.
"Ey Dünya ve onun zineti ile oyalanan,
Ve gözlerini kırpmadan dünya hazlarına dalan kimse,
Huzuruna varınca Allah'a ne diyeceksin?"