Hakka-Doğru
  21- 30 Kıssalar
 

Erkekle kadın arasında sevap müşterektir
Eshabın büyüklerinden kadın sahibi Hz. Esma (r.a.) Peygamberimizin huzuruna çıkarak şunları söyledi.

-Ta Resûlallah! anam babam sana feda olsun. Ben müslüman kadınlarını temsilen huzurunuza geldim. Hak Teâla sizi erkek ve kadınlara peygamber olarak göndermiştir. Biz artık sizin yolunuzdayız, size inandık, iman ettik... Biz evimizin dört duvarı arasındayız, dışarı çokaz çıkabiliyoruz. Erkekler ise Cuma namazı, cenaze namazı, bayram namazı kılarlar. En büyük ibadet olan cihat ederle. Biz ise bunlardan mahrumuz. Biz hep evde çocuklarımızla meşgul olur, kocalarımızın elbiselerini dikeriz, yemek yapar, evin temizliği ile uğraşır onların rahat etmesi için elimizden geleni yapmaya çalışırız. Kocalarımızın yaptığı ibadetten bize de bir hisse varmı? Yoksa biz onların kazandıkları sevaptan mahrum mu oluyoruz? dedi.

Efendimiz memnun olmuşlardı... Orada bulunan eshaba dönerek:

-Siz bu zamana kadar din hususunda bir kadının böyle konuştuğunu duydunuzmu? diye sordular...

Eshab:

-Ya Resûlallah, bizim aklımızdan bile geçmiyordu ki bir kadın gelsin de böyle güzel şeylerden sual etsin, dediler.

Efendimiz (s.a.s) Hazreti Esma (r.a.)'ya dönerek:

-Ey Esma! Eğer bir kadın kocasını razı ederek onun gönlünü hoş tutar, kadınlık vazifelerini yerine getirirse, işte o kadın kocasının her kazandığı sevaba oprtak, buyurdular.

O büyüklerin her hali bizlere bir ikaz mahiyetini taşır. Ne mutlu o kadına ki, kocasını razı etmiş ve onun yaptığı sevaplara ortak olma bahtiyarlığına erişmiş...



Eskici Baba
Eskici babanın ebedi istirahatgâhı
Bursa'da Tezveren Hz. giderken dar sokakların
hemen kenarındaki yol üzerinde bulunmaktadır

Sokakta bir adam , başını iki eli arasına almış, ağlıyordu. Binek taşının üzerine oturmuştu! Hava iyice ayazlamıştı, neredeyse sabah ezanları okunacaktı. Ağlayan adam, birden dizi dibinde bir kimsenin belidiğini gördü. Gelen çok sessiz gelmişti. Onun zuhur anında , ağlayan , içinde en ufak bir kederi, bir sıkıntısı kalmadığını anlayıverdi.başını kaldırıp gelenin yüzüne baktıçocuksu çocuksu , gözlerini, göz yaşlarından ıslanan sakalını sildi.

-Neden ağlıyorsun?

--Karım evden kovdu?

-Kimsin Sen?

--Ben mi? Eskici Baba! şu köşedeki küçücük dükkanda... Beni hiç görmedinmi?

-Gördüm. Ben kimim. biliyormusun?

--Şeyh Üftade'sin. Seni tanımayan varmı?

-Neden evden kovuldun?

--Hacca gidemediğim için... Karım hacı karısı olmak istiyor... Yıllardır başımın etini yer, ama ben fukara bir eskiciyim, iki kuruşu bir araya getiremiyorum ki!

-Şimdi hacca gitmek istermisin?

--Neye yarar? Yarın hacılar Arafat'ta olacaklar, onlara yetişmemin imkânı yok ki!

- İstersen sen de yarın Arafat'ta olabilirsin.

--Benimle şaka etme üftade!

-Hayır , şaka etmiyorum, kapa gözünü! Haydi Allah selamet versin!

Davacı kadını, Bursanın en ünlü kadısı Aziz Mahmut Hüdaî Efendinin önüne getirdiler; nefes almadan belki bir saat konuştu. "Artık bu adamla oturamam Kadı Efendi!" diyordu. "Kurban bayramından iki gün evvel Bursa'da olduğunu herkes biliyor. Halbuki ona sorun Hacca gitmiş, Arafat'a çıkmış, şeytan taşlamış, zemzemler, sürmeler getirmiş... beni aldatıyor, nasıl gidermiş? Bir alayda yalancı şahit bulmuş. Hepsi , Eskici Baba orada bizimle beraberdi diye yemin üstüne yemin basıyorlar.

Kadı Şahitleri dinledi: Evet! Eskici Baba Hicaz'a gitmiş hacı olmuştu. Bursa'daki şahitleri dinledi:Evet Eskici Baba Kurban bayramından iki gün evvel Bursa'daydı.

Bursa'nın ünlü kadısı şahitlerin sözüne göre , Eskici Babayı Hac yapmış kabul ederek kadının boşanma isteğini geri çevirdi. Fetvayı vermişti ama bu işte anlayamadığı bir yan vardı. Zaten son zamanlarda her işte ona iki yan görünüyordu; bir akıl erdirebildiği , bir de akıl erdiremediği yan! Bilgindi, develer yükü kitap okumuştu. Aklı herşeye erer zannediyordu. Fakat bir gece rüyasında cehennemi görmüş , rahatını huzurunu kaybedivermişti. O günden sonra Ferhadiye medresesinde kürsüdeyken ya da bir davayı halle uğraşırken aklına gelse soğuk terler döküyordu.

Bozulmuş düzenini yerine getirecek, kaybettiği huzurunu ona geri verecek bir şey arıyordu. Bu aradığı neydi? kimdi? sorsanız ünlü kadı cevabını veremezdi.

Aziz Mahmut Efendi, Eskici Baba'yı dükkanında buldu:

-Bana bak eskici! Diye başladı. "Fetvayı aldın. Şahitlerin seni kurtardı Şimdi söyle bakalım bu işin iç yüzünde ne var?"

Eskici saflık kapısından girdi, hangi işti, ne olabilirdi? iç yüzü filan yoktu... diye kem küm etti , kadıyı kandıramadı. İnkar kapısından girdi: gittim işte geldim işte... diye kem küm etti. kadıyı kandıramadı.Yalanı, dolanı beceremezde... Oturdu, o sabah ezanı başına gelenleri bir bir anlattı. Lakırdısının sonu yarım kalmıştı. Kadı Üftade'nin adını duyunca yerinden fırladı. Aradığı oydu işte! Daha adını duyar duymaz gönlüne bir aydınlık gelmiş,kalbinin üstündeki ağır yük kalkmıştı.

Şeyh üftade , Aziz Mahmut Hüdai'yi dinledi, dinledi, dinledi. sonra nazlı nazlı boynunu büktü: "Yazık Kadı Efendi!" dedi "Yalış kapı çaldın. Burası yokluk kapısıdır, biz yokluk kapısının kuluyuz. Sen ise varlık kapısının adamısın, ikimiz bağdaşamayız. Senin ilmin var bilgin var şanın, şerefin, malın, mülkün... kısaca Allah'tan başka her şeyin, yani dünyan varç Bizim hiç, hiç bir şeyimiz yok! Allah'tan başka!

Aziz Mahmut'un gözlerinden iki sira yaş iniyordu. "Her şeyimi, bu kapının önünde bırakıyorum. Şanımı şerefimi, malımı, mülkümü... her şeyimi. Yeter ki sen elini üzerimden çekme!" dedi.

Ertesi gün ve daha sonraki günler Bursa Şer'iye mahkemesi'nin en ünlü kadısı , görevi başına gelmedi, makamı boş kaldı. İşini gücünü, kitabını defterini, adını şanını birakmışbir aba bir asâ, Üftadenin kapısına kul olmuştu.

Halkın nazarında velî ile deli arasında büyük fark yoktur. Aziz Mahmut Hüdai'nin adı tez vakitte Bursa'da Deli Kadı oluverdi. Şehir çelkalandı, çalkalandı, günlerce bu olayı konuştu. Sonra her zaman olduğu gibi usandı, peşini bırakıverdi. Mürşid ve mürid baş başa, can cana kaldılar.

Aziz Mahmut Hüdai mürsidini aştan üstün bir duyguyla seviyordu. Develer yükü kitabın ona öğretemediğini Üftade'nin bir bakışı öğretiyor, gönlünden geçen bir sualine bin cevap birden geliyor, müşküller müşkülden çözülüyor, imkânsızlar mümkün oluyordu.

Üftade mürüdine "Hakkı sevmek ancak Khalkı sevmekle mümkün olur" diye öğretiyordu. "Her zerrede Hakkı göreceksin, Her zerreye Hak muamelesi yapacaksın, başka yolu yoki bu böyledir." Aziz Mahmut , Hak tecellisiyle içi nur kesilmiş, mürşidinin yüzüne baktıkça gerçekten Hakkı görüyor ve "Ne doğru söylüyor" diyordu.

Bir kış sabahıydı, gözlerini açtı ki mürşidin abdest alma vakti gelmiş , ama o abdest suyunu ısıtmaya geç kalmıştı. Bu gafletini affedemedi, ateş yakmaya vakit yoktu, bakır ibriği kalbinin üstüne koydu cübbesiyle sardı, içten zikre başladı"Allah! Allah!" diye inliyor, suyu ateşiyle ısıtmaya çalışıyordu.

Üftade abdest alırken başını kaldırıp eline su döken ünlü Kadı'ya baktı. " Aziz'im!" dedi, "Bu su odun ateşiyle ısınmış suya benzemiyor, aşkının ateşiyle kaynamış bu su... Bizide yaktı."



Aziz Mahmut Efendi, Eskici Baba'yı dükkanında buldu:

-Bana bak eskici! Diye başladı. "Fetvayı aldın. Şahitlerin seni kurtardı Şimdi söyle bakalım bu işin iç yüzünde ne var?"

Eskici saflık kapısından girdi, hangi işti, ne olabilirdi? iç yüzü filan yoktu... diye kem küm etti , kadıyı kandıramadı. İnkar kapısından girdi: gittim işte geldim işte... diye kem küm etti. kadıyı kandıramadı.Yalanı, dolanı beceremezde... Oturdu, o sabah ezanı başına gelenleri bir bir anlattı. Lakırdısının sonu yarım kalmıştı. Kadı Üftade'nin adını duyunca yerinden fırladı. Aradığı oydu işte! Daha adını duyar duymaz gönlüne bir aydınlık gelmiş,kalbinin üstündeki ağır yük kalkmıştı.

Şeyh üftade , Aziz Mahmut Hüdai'yi dinledi, dinledi, dinledi. sonra nazlı nazlı boynunu büktü: "Yazık Kadı Efendi!" dedi "Yalış kapı çaldın. Burası yokluk kapısıdır, biz yokluk kapısının kuluyuz. Sen ise varlık kapısının adamısın, ikimiz bağdaşamayız. Senin ilmin var bilgin var şanın, şerefin, malın, mülkün... kısaca Allah'tan başka her şeyin, yani dünyan varç Bizim hiç, hiç bir şeyimiz yok! Allah'tan başka!

Aziz Mahmut'un gözlerinden iki sira yaş iniyordu. "Her şeyimi, bu kapının önünde bırakıyorum. Şanımı şerefimi, malımı, mülkümü... her şeyimi. Yeter ki sen elini üzerimden çekme!" dedi.

Ertesi gün ve daha sonraki günler Bursa Şer'iye mahkemesi'nin en ünlü kadısı , görevi başına gelmedi, makamı boş kaldı. İşini gücünü, kitabını defterini, adını şanını birakmışbir aba bir asâ, Üftadenin kapısına kul olmuştu.

Halkın nazarında velî ile deli arasında büyük fark yoktur. Aziz Mahmut Hüdai'nin adı tez vakitte Bursa'da Deli Kadı oluverdi. Şehir çelkalandı, çalkalandı, günlerce bu olayı konuştu. Sonra her zaman olduğu gibi usandı, peşini bırakıverdi. Mürşid ve mürid baş başa, can cana kaldılar.

Aziz Mahmut Hüdai mürsidini aştan üstün bir duyguyla seviyordu. Develer yükü kitabın ona öğretemediğini Üftade'nin bir bakışı öğretiyor, gönlünden geçen bir sualine bin cevap birden geliyor, müşküller müşkülden çözülüyor, imkânsızlar mümkün oluyordu.

Üftade mürüdine "Hakkı sevmek ancak Khalkı sevmekle mümkün olur" diye öğretiyordu. "Her zerrede Hakkı göreceksin, Her zerreye Hak muamelesi yapacaksın, başka yolu yoki bu böyledir." Aziz Mahmut , Hak tecellisiyle içi nur kesilmiş, mürşidinin yüzüne baktıkça gerçekten Hakkı görüyor ve "Ne doğru söylüyor" diyordu.

Bir kış sabahıydı, gözlerini açtı ki mürşidin abdest alma vakti gelmiş , ama o abdest suyunu ısıtmaya geç kalmıştı. Bu gafletini affedemedi, ateş yakmaya vakit yoktu, bakır ibriği kalbinin üstüne koydu cübbesiyle sardı, içten zikre başladı"Allah! Allah!" diye inliyor, suyu ateşiyle ısıtmaya çalışıyordu.

Üftade abdest alırken başını kaldırıp eline su döken ünlü Kadı'ya baktı. " Aziz'im!" dedi, "Bu su odun ateşiyle ısınmış suya benzemiyor, aşkının ateşiyle kaynamış bu su... Bizi de yaktı."



FİL ETİ YEMEYECEĞİM
Ebû Abdullah el Kalansî (k.a.) hazretleri zamanın büyüklerindendir. O başından geçen bir hadiseyi şöyle anlatmaktadır:

-"Seyahatlerimin birinde gemiye binmiştim. Şiddetli rüzgâr esmeye başladı. Büyük bir tufan oldu. Gemide bulunanlar dua ederek ağlamaya başladılar. Türlü türlü adaklar adıyorlardı. Bense onların bu halini seyretmekten başka bir şey yapmıyor sadece bir kenara çekilmiş Allah'ıma hamd ediyordum. Gemidekilerden birkaç kişi gelip bana:

-Sen de bir şey adasana! dediler.

Ben onlara:

-Benim bir dünyalığım yok ki, ne adak adayayım dedim.

Bırakmadılar, çok sıkıştırdılar... İlla da bir şey adamamı istiyorlardı. Ben:

-Allah'ım eğer bu beladan kurtulursam asla fil eti yemeyeceğim, diye adakta bulundum

-Bu senin yaptığın nasıl adak, hiç fil eti yenir mi? dediler.

Ben onlara:

-Allah öyle aklıma getirdi. Dilime onu söyletti Allah, dedim.

Çok geçmeden bindiğimiz gemi battı. Bir grupla beraber yüzerek sahile çıktık. O arada bir kaç gün geçtiği halde hiç bir şey yememiştik. Çok da acıkmıştık. Ansızın bir fil yavrusu çıkageldi. Bulunduğumuz yerin yakınlarında hiçbir insan emaresi, köy- kasaba gibi şey yoktu. Yanımdakiler fil yavrusunu kesip yediler, bana da yemem için çok ısrar ettilerse de ben:

-Fil eti yemeyeceğime dair ahdettim, adağım var, dedim ve filin etinden yemedim.

-Zaruret halinde yenir illâ da ye! dedilerse de yemedim.

Onlar bir miktar yedikten sonra uyuya kaldılar... Biraz sonra onlar uykuda iken o filin anası yavrusunun gittiği yerden gelerek koklaya koklaya kemiklerini buldu. Sonra da o kokudan kimde buldu ise ayakları altına alarak teker teker öldürdü.. Sıra bana geldiğinde beni iyice muayene eder gibi tekrar tekrar kokladı. Bende yavrusunun kokusundan bir eser bulamayınca da arkasını dönerek hortumuyla binmemi işaret etti. Bir ayağını kaldırarak tekrar tekrar işaret ediyordu. Anladım ki binmemi işaret etmekte... Bindim... Üzerine bindikten sonra doğru oturmamı işaret etti. Ben de biraz daha doğru oturmaya çalıştım.

Ben üzerine bindikten sonra fil o kadar sür'atle yol almaya başladı ki, tarifi imkânsız. Beni etrafı yeşillik ve sürülmüş tarlaları olan bir yere götürdü. Aşağı inmem için işaret etti. İndim. Ben yere indikten sonra o evvelkinden daha sür'atli bir şekilde uzaklaşıp gitti.

Sabah olunca karşımda bir grup insan gördüm. Beni yanlarında beraber götürdüler. Tercüman vasıtasıyla anlaşıyorduk. Tercümanları bana durumu, buraya nasıl geldiğimi sordu. Ben başımdan geçenleri olduğu gibi anlattım. Hayretler içinde kaldılar...

Bana:

-O senin anlattığın yerden burası kaç günlük mesafedir biliyor musun? dediler.

Bilmediğimi söyledim. Ancak bir günde geldiğimi bildirdim.

-Orası sekiz günlük yoldur, fil nasıl seni bir günde getirmiş... dediler.

Sonra bana lüzumlu gıdayı temin ettikten sonra memleketime gelebilmem için hem azık verdiler, hem de binek için bir at verip yolcu ettiler...



GARİP BİR EFSANE

Nuh peygamber tufandan sonra hayvanları ile Ağrı dağı eteklerinde yaşamaya başlar. Karınlarını doyurmak için civarda dolaşan hayvanlardan keçinin bir gün olağanüstü neşeli döndüğünü görür. Bu günlerce devam edince Nuh peygamber keçinin peşinden giderek bu durumun keçinin yediği bir meyveden kaynaklandığını keşfeder. Kendisi de bu meyveyi tadar ve hayatı pespembe gösteren üzüm suyunun müptelası olur.

Nuh peygamberi mutlu gören şeytan onun neşesini kıskanarak alevli nefesi ile asmaları kurutur. Nuh peygamber üzüntüsünden yataklara düşünce, şeytan insafa gelip bu meyveyi yeniden canlandırmak için ne yapılması gerektiğini söyler.

Eğer meyvenin kökü açılır ve 7 hayvanın kanı ile sulanırsa asma canlanacaktır. Aslan, kaplan, köpek, ayı, horoz, saksağan ve tilkiden oluşan kurbanlar seçilip, asmanın kökü kanları ile sulanır ve 1 yıl sonra bitki tekrar canlanır; yaprak ve meyve vermeye başlar.

Şarapla sarhoş olan insanların davranışları incelendiğinde bu 7 hayvan karakterini taşıyan tavırlar görülür.

Aslan gibi cesur, kaplan gibi yırtıcı, ayı gibi kuvvetli, köpek kadar kavgacı, horoz gibi gürültücü, tilki gibi kurnaz, saksağan gibi geveze olurlar....



Gedik
İsrail oğullarından bir rahip vardı güzellik ve cemal sahibi biriydi. Eli ile sele sepet örerdi; satardı. Bir gün padişahın kapısı önünden geçiyordu.. Padişahın hanımına ait cariyelerden biri onu gördü. Hemen hanımının yanına gitti ve şöyle dedi:

Şurada bir erkek var. Ondan daha güzelini görmedim. Sele sepetle geziyor.

- Onu hemen içeri al, deyince, cariye onu içeri aldı. O erkek içeri girince, baktı; güzelliğine hayran oldu. Şöyle dedi:

- O sele sepeti at. Şu elbiseyi al. Sonra cariyesine döndü; şu emri verdi:

- Ey cariye yağ ve koku getir. Bu erkekle olan işimizi görelim. O da bizimle olacak işini bitirsin. Bundan sonra, o adama döndü, Şöyle dedi:

- Artık, seni bu sele sepeti satmaya muhtaç bırakmayız. O erkek:

- Ben, senin istediğini istemiyorum, diye bir kaç defa tekrarladı. Onun bu çekimser tavrına karşılık, hanım şöyle dedi:

- Eğer istemezsen, seninle olacak işimizi görmedikten sonra, buradan çıkamazsın. Sonra, emretti kapıları kilitletti. Abid, Bu hali görünce, söyle sordu:

- Sizin bu köşkünüzün üst katları yok mudur?

- Vardır, dedikten sonra, cariyesine emretti:

- Bunu al yukarı çıkar, elini yıkasın. Dam kısmına çıktığı zaman, Yüksek bir köşk olduğunu gördü. Hiç bir şeye takılmadan kendini aşağıya atabilirdi. Bundan sonra, nefsine çıkışmaya başladı:

- Ey nefsim! yetmiş yıldır; Rabbin rızasını istersin geceli gündüzlü hırsla O'na çalıştın. Öyle bir gece geldi ki, bütün yaptıklarını bozacak. Vallahi, bu gecenin hıyaneti sana gelirse, yapmış olduklarının tümünü hiç eder; Allah'ın huzuruna bu kalan işinle çıkarsın. Bundan sonrasını Rasûlullah (s.a.v)'tan dinleyelim. Şöyle anlattı:

- "O abid kişi, kendini aşağı atmaya hazırlanıyordu. Allah-u Teâlâ :

- Ey Cibril, buyurdu. Cibril şöyle dedi:

- Emret, yâ Rabbi! Allahu Teâlâ, tekrar şöyle buyurdu:

- Kulum, dargınlığımdan, Bana karşı günah işlemekten kaçmak için; kendini aşağı atmak istiyor. Kanatlarınla onu karşıla; ona bir kötülük gelmesin. Cibril kanatlarını açtı; şefkatli bir ana gibi onu yere indirdi. Bundan sonra karısının yanına gitti. Sele sepeti yoktu; güneş de batmıştı.

Karısı sordu:

- Sele sepetin parası nerede?

- Onlar para etmedi, deyince, şöyle seslendi:

- Peki bu gece ne yiyeceğiz?

- Bu gece sabrederiz, diye cevap verdi. Bundan sonra, karısına şu emri verdi:

- Kalk tandırı yak. Komşularımız tandırın yanmadığını görünce, kalpleri bizimle meşgul olur. Böyle bir şeyin olmasını hoş görmeyiz. Karısı kalktı; tandırı yaktı. Sonra gelip oturdu. Komşulardan bir kadın geldi:

- Ateşin var mı? Diye sordu.

- Var, içeri gir; tandırdan al, dedi. Kadın girdi; tandırdan ateşi aldı, çıkarken şöyle dedi:

- Oturup kocanla konuştuğunu görüyorum; ama ekmeğin tandırda, nerede ise yanacak. Kadın kaktı; tandırın başına gitti. Bir de baktı ki: tandır ağzına kadar ekmek dolu. Oradan ekmekleri aldı; kabına koydu; kocasının yanına getirdi ve şöyle dedi:

- Rabbin sana böyle bir şey yapması, onun katında ikrama lâyık biri olduğunu gösterir. Allah'a dua et; kalan ömrümüzü de bolluk içinde geçirmemiz için bize ihsanda bulunsun. Kocası:

- Bu hale sabret, dedi: ama kadın ısrar etti. Bu ısrara daha fazla dayanamadı:

- Olur, dedi. Namaz kıldı; Allah'a şöyle yalvardı:

- Allahım! zevcem bana istetiyor. Kalan ömrü için ona bolluk ihsan eyle. Aniden tavan açıldı; bir el uzandı. Onda yakut vardı. Güneş gibi evin içini parlatıyordu. Kadın yakınında uyuyordu. Ayağına dokundu.

- Kalk bak; dilediğin kadarını al. Kadın şöyle dedi:

- Ne acele ediyorsun. Beni bunun için mi uyandırdın? Ben bir rüya gördüm. Kürsülere bakıyordum. Sıra sıra altınlar dizili idi. Yakutla zebercetle süslü idi. Ama onda bir açık yer gördüm

- Bu kürsü kimin? diye sordum. Şöyle dediler:

- Senin zevcine ait. Yine sordum:

- Bu açıklık neden? Şöyle dediler:

- Bu açıklık zevcinden yaptığın istek dolayısıyla oldu. Bunun üzerine ben, senin köşkünde gedik açacak bir şeyi istemedim. Bunun için Rabbine duâ et. Allah'a duâ etti; el geri gitti."



GELMEDİKÇE BEN DE YEMEYECEĞİM
Seyyid Ata, Hoca Azizan Hazretleriyle çağdaştı... Arada bir buluşurlar ve haberleşirlermiş... Bir gün Seyyid Ata tarafından Azizan Hazretlerine karşı edep dışı bir tavır gösterilmiş... O sırada Asya içlerinden gelen çapulcu alayları şehri yağma etmişler Seyyid ata'nın bir oğlunu alıp gitmişler... Seyyid Ata, başına gelen bu felâketi, Azizan Hazretlerine karşı işlediği suç yüzünden bilmiş... Özür dilemek ve bağışlanmasını sağlamak için bir ziyafet tertiplemiş ve ona Azizan Hazretlerini davet etmiş... Azizan Hazretleri Seyyid Ata'nın muradını anlayıp ziyafette hazır bulunmuşlar... Şehrin en büyük din adamlarının ve şahsiyetlerinin hazır bulunduğu sofrada, Azizan Hazretleri, üzerlerinde muazzam bir cezbe ve tasarruf hali, ellerini yemeğe doğru götürüp şöyle demişler:

-Seyyid Ata'nın esir oğlu şu kapıdan girip sofraya oturmadıkça ve yemeğimize katılmadıkça, Ali, elini yemeğe sürmez!

Ve eli öylece kalmış...

Herkes dehşet içinde...

Şeyh ise, gözleri yemekte, kendinden geçmiş, müthiş bir heybet edasında...

Kapı açılıyor ve esir çocuk koşarak içeriye giriyor.

Dehşet son haddinde...

-Nasıl gelebildin? sualine çocuk şu cevabı veriyor:
-Hiçbir şeyin farkında değilim. Beni bir takım vahşi çapulcular esir edip sımsıkı bağladıkları halde memleketlerine götürdüler. Günlerce yol aldık. İşte birden bire kendimi aranızda ve yurdumda görüyorum.

Herkes, Azizan Hazretlerinin ayağına kapılmış, bu muazzam keramet karşısında teslim olma vaziyetinde...


 

Gıybet
FAKİH diyor ki:

-Babam bana bir hikaye anlattı; dedi ki:

Gönderilen peygamberlerden biri bir rüya görür; rüyasında kendisine şöyle denir:

-"Sabah olunca , karşına ilk çıkanı ye. İkinci çıkanı sakla Üçüncü çıkanın dileğini kabul et dördüncü geleni üzme. Beşinciden de kaç."

Sabah oldu; dışarı çıktı. Yola koyulup gitti. Karşısına bir dağ çıktı. Bu koca dağı görünce şaşırdı. Kendi kendine şöyle dedi:

-Rabbim bana bunu yememi emretti.

Sonra , şöyle dedi:

-Rabbim bana gücümün yetmeyeceği bir şeyi emretmez. Onu yemeğe karar verdi. Dağa doğru yürüdü. Yaklaştıkça dağ küçüldü. Tam yaklaştığı zaman koca dağ bir lokmaya dönüşmüştü. Onu tutup yedi, Baldan tatlı buldu. Allah'a hamdetti, yürüyüp gitti. Karşısına altından bir leğen çıktı.

Şöyle dedi:

-Rabbim , bunu da saklamamı emretti.

Bir çukur kazdı. onu gömdü. Yürüdü, az gittikten sonra dönüp baktı. Leğen toprak yüzüne çıkmıştı. Geri döndü, tekrar gömdü Biraz gitti; baktı ki, yine çıkmış bir daha gömdü, yüne toprak üstüne çıktı. Kendi kendine:

-Ben emredileni yaptım, diyerek bırakıp gitti.

Karşısına bir kuş çıktı. Peşinden bir şahin onu kovalıyordu.

Kuş ona şöyle dedi:

-Ey Allah'ın peygamberi, beni sakla. Bana yardım et. Onu aldı. Koynuna sakladı.

Peşinden şahin geldi; şöyle dedi:

-Ey Allah'ın peygamberi, ben açım. Sabahtan beri de bu kuşun peşindeyim. Onu yakalamak istiyorum. Kısmetime engel olma.

Kendi kendine şöyle dedi:

-Üçüncünün dileğini yapmam emri verildi. yaptım. Dördüncüyü üzmemem emredildi. Şimdi ne yapacağım.

Bu işe şaştı. Sonra bıçak aldı;kendi uyluğundan bir parça et kesti.

Şahine attı; o da kapıp kaçtı.

Daha sonra kuşu saldı. Bundan sonra, yürüyüp gitti. Kokmuş bir leş gördü. Onu da bırakıp kaçtı.

Akşam olunca şu duayı yaptı:

-Ya Rabbi, emrini yerine getirdim. Bu işlerin manası ne se bana bildir.

Daha sonra, rüyasında şöyle anlatıldı.

-Birinci görüp yediğin öfkedir. Önce koca bir dağ gibi görülür; sabırla öfke yutulursa, baldan tatlı olur.

İkincisi iyi amelindir. Ne kadar saklarsan sakla; yine meydana çıkar.

Üçüncüsü, sana bırakılan bir emanettir, ona hıyanet etme.

Dördüncüsü şudur: Bir insanin sana bir dileği ulaşırsa, onu yerine getir; isterse sana lâzım olan bir şey olsun.

Beşincisi gıybettir. İnsanların gıybetini edenlerden kaç.

Şüphesiz her şeyi bilen Allah'tır.

 


GÜLLER EFENDİSİNİN ÇOCUKLARA KARŞI TAVRI
Bu millete yapılan en büyük kötülük onun gönlünden Peygamberinin çekilip alınması,onun yerini başkalarının kapması olmuştur.Okullarımızda o öğretilmedi bizlere,televizyonlarımızda anlatılmadı.Camilerde kaba çizgileriyle,kuru kuruya bazı sözlerinden bahsedildi belki.Belki din kültürü derslerinde yaptığı savaşları okuduk.Ama kesinlikle o öğretilmedi bizlere.Maksatlı yapıldı tüm bunlar.Zira az bir deşilseydi hayatı seniyyeleri,az bir koklayabilseydik onu,insanımız fevc fevc o Nur’a(asm) yönelecekti.Bunu çok iyi biliyordu bazıları.Onun için geçiştiriverdiler onu...

Onun sünnetine ittiba iddiasındakiler de yıllardır resmi ideolojinin ekmeğine bilmeyerek yağ sürdüler.”Sünnet” diye diye sünnetin alanını şalvar,külah, koku,misvak vs’ye indirgeyerek yaptılar bunu.Resulün sünnetinin topyekün bir yaşam tarzı,bir ahlak ve kulluk öğretisi olduğunu göz ardı ederek...

Mesela Müslüman tipi denilince akıllara gelen çizgi şu oldu: “Alabildiğince kasılan,alabildiğince kurulan,son derece ciddi,fevkalade sert,yüz hatları gergin,nazarları tedirgin,ifadeleri tavizsiz,değer hükümleri temyizsiz bir insan tipi..”.

...Halbuki Resulullah(sav) hiç de öyle değildi.Son derece sadeydi,Bir insandı ve bir insan gibi davranıyordu.Buhari’nin yaşıtı Mekke kadısı Zübeyir bin Bekkar’ın Mizahun Nebi(Peygamberin mizahı) adlı müstakil bir eser kaleme aldığını yeni öğrendim ben.

Onun güzide ashabını anlatırken de şöyle diyordu kitaplar: “Resulullah’ın(sav) ashabı kendi aralarında şakalaşır, hatta birbirlerine kavun, karpuz kabuğu fırlatırlardı. Fakat prensipler karşısında hemen ciddileşir ve önemli bir iş çıktığında şakayı bırakır o işin gereğine uygun tarzda vakarlarını takınırlardı” Biz ise ciddiyeti somurtkanlık zannettik. Vakarı ise huşunet ve sertlik.... Kimilerini de kaçırdık kendimizden Allah bilir.

1430. doğum yıldönümünde Efendimin unutturulan bir yönünü hatırlatmak istedim. Çocuklarla haşir neşir oluşunu... Biliyorum ki bu topluma Resulullahı (sav) insani yönleriyle gösterebilsek, onu daha rahat sevdirebiliriz. Özellikle çocuklarımıza...

...Tirmizi ve Ebu Davud’un müşterek rivayetine göre şöyle demişti o şanı yüce nebi: “Merhamet ancak şaki olanlardan kaldırılmıştır”. Yine “Küçüklerimize şefkat etmeyen bizden değildir” buyurmuştur o (sav)...(Ebu Davud)

...Bir seferinde “Çocuklarınızı öper misiniz” diye soran bedevilere “Evet” demişti. Onlar “Fakat biz,Allah’a and olsun ki öpmeyiz” deyince O şefkatin timsali insan şöyle cevap verdi: “Allah kalplerinizden merhameti çıkardı ise ben ne yapabilirim.” (İbn-i Mace) Maalesef bu bedevi düşüncesi Anadolu’da zamanla yerleşmiştir. Çocuklarını öpme ve onlarla şakalaşma bir nevi acziyet olarak algılanmıştır... Tabii bunun temelinde de Sünnetten uzaklık yatmaktadır.

Hz Peygamber çocuklarla haşir neşirdir. Kendisiyle onlar arasında hiçbir hiyerarşi ve engel koymamıştır. Çocukların çekinip ürkmelerine sebebiyet verebilecek her çeşit tutumdan kaçınmış, onların teklifsizce yanaşıp konuşmalarını teşvik edecek davranışlara ehemmiyet vermiştir...

Resul-i Ekrem efendimiz (sav) çocukları reyhan çiçeğine benzetmiş ve “çocuk kokusu cennet kokusudur”buyurmuşlardır. Onların arasında kendisini bir bahçede hissetmiş, hepsini ayrı ayrı öpmüş ve koklamıştır. O çocukların da sevgilisiydi. Bir yerde onu gören çocuklar hemen ona doğru koşar etrafını sarar, O da her biriyle ilgilenir, hallerini sorar, sevgilerine karşılıkta bulunur ve onlarla şakalaşırdı. Bu sünneti ihya, geleceğimiz adına çok önemlidir. Lütfen en azından bu konuda ona benzeyelim. Çocuklara Resulullah’ı, hatırlatalım. Halimizle, şirinliğimizle, tatlılığımızla. İnanın koku sürünmek ve misvak kullanmaktan daha faziletlidir bu sünneti ihya.

Çocuklar bizim cennetimiz olsun, biz onların cenneti olalım. Ciddiyetimiz latif olup latife yapmamıza engel olmasın. Zira O’nun (sav) latifeleri bile latifti.

Enes bin Malik onun için “Resulullah (sav) çocuklarla en çok şakalaşan idi” der.(İbnül Esir-3/466)

İşte çocuklarla ilişkisine örnekler:

*** Ebu Seleme İbni Abdurrahman’ın nakline göre Hz.Peygamber(sav) dilini torunu Hasan’a doğru uzatırdı.Çocuk dilinin kızıllığını görünce neşe ile dolardı. (Suyuti-Tarih-i hulefa-sh:189)

*** Ensar çocuklarından Mahmud bin Rebii beş yaşlarındayken Hz.Peygamberin (sav) bir kovadan ağzına su alarak yüzüne püskürttüğünü rivayet eder.(Buhari)

*** Yala ibni Murre’nin nakline göre bir davete gitmekte olan Hz.Peygamber, yolda çocuklarla oynamakta olan torunu Hüseyin’i de beraberinde götürmek için yakalamak ister. Fakat çocuk bir sağa, bir sola kaçmaya başlayınca, Hz.Peygamber(sav) yakalayıncaya kadar onu takliden sağa sola koşarak peşinden gider. Tutunca elinin birini ensesinin altına, diğerini çenesinin altına kor, ağzını ağzına dayayarak öper ve “Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin’denim” buyurur.(İbn-i Mace)

*** Hz.Cabir birgün Resulullah’ın (sav) huzuruna girdiğini bu sırada sırtına Hasan ve Hüseyin’i bindirmiş olan Hz Peygamberin dört ayak vaziyetinde yürümekte olduğunu görür ve Cabir dayanamaz, gülümseyerek: “Deveniz ne iyi deve, sizler de ne iyi binicilersiniz”der.(Kenz-ul Ummal)

*** Hz.Aişe diyor ki Resulullah bir gün bana: Üsame (Hz.Zeydin oğlu)’yi yıkayıver” dedi.Ben hiç çocuk doğurmadığım için nasıl yıkanacağını bilmiyordum. Onu aldım, gayri nizami bir halde yıkamaya başladım. Derken Hz.Peygamber (sav) çocuğu benden aldı ve yıkamaya başladı. Bu sırada ona şunları söylüyordu: “Üsame kız olmamakla bize iyilik yaptı... Eğer sen kız olsaydın, seni süslerdim, seni kocaya verirdim”(Zehebi-Siyerün nubela)

*** İbn-i Mace rivayetine göre Hz.Abbas’ın zevcesi Ümmü fadl Hasan veya Hüseyin efendilerimizden birini Resulullah’ın yanına getiriyor. Hz.Peygamberin kucağında çocuk işeyince Ümmü fadl “Resulullahı pislettin” deyip omuzuna vurup, azarlayınca Hz.Peygamber “Allah iyiliğini versin. Oğlumun canını yaktın” diyerek memnuniyetsizliğini izhar eder. (İbn-i Mace)

*** Ebu Davud’un nakline göre Enes bin Malik’in kardeşi Ebu Umayrın bir kuşu vardı.onu sever, oynardı. Bir gün kuş ölünce çocuk çok üzüldü. Ebu Umayr’i gören Resulullah (sav) “niye üzgün” diye sorar.Durumu öğrenince çocukla ilgilenir ve teselli eder. Ve sonra Ebu Umayr’i her görüşünde takılarak "Ya Eba Umayr küçük kuşun ne oldu" diye sorar...

*** Siyer ve hadis kitapları bu konuya daha bir sürü yer ayırmışlar. Bu kadarla iktifa edip son olarak bir güzel tabloyla meseleyi hitamı miske erdirelim.

Bir gün Hasan ve Hüseyin’i güreştirir. Ve güreş sırasında Hasan’ın tarafını tutar, onu teşvik eder, taktikler tavsiye eder. Hz.Fatma dayanamaz: “Ya Resulullah hep Hasan’ı tutuyorsunuz. Çocuk (Hüseyin) üzülecek” demesine mukabil ağzı şeker şerbet yesin, Sevgili Efendimiz (sav) gülümseyerek şu cevabı verir: "Görmüyor musun? Cebrail’de Hüseyni tutmuş, aynı şeyleri ona söylüyor." (Mecmauzzevaid)

 
HABBAB'IN AŞKI
Rasûlüllah tarafından islamiyetin dış ülke hükümdarlarına tebliğ edilirken, tebliğ yapılan hükümdarların bir kısmı bu tebliği kabul ediyor bir kısmı kabul etmiyor , bir kısmı da kabul etmediği gibi ya elçileri öldürtüyor yada elçilere eziyet edip mektupları yırtıyordu. İşte bu tebliğlerden biride Arap kabile reislerinden birine yapılmıştı. Bu yapılan tebliğe karşılık elçiyi bir hayli hırpaladıktan sonra kaldırın şunu önümden, atın bir yere! diye emretmişti.


Mektup derhal sultanın önünden aldılar

Mektubu yırtılmadan sarayın hazinesinde bir sandığa kaldırılmıştı., fakat yırtıp atmadılar, Diğer evrakle beraber onu da sarayın hazinesinde bir sandığa koydular.

Bu küstah, kendini bilmez sultanın, Habbab isminde bir de oğlu vardı. Daha yaşı genç olup babasının yerine sultan olmaya hazırlanıyordu, ne isterse kendisinden esirgenmiyen sarayın tek oğlu idi. Bir gün sarayın hazinesine girdi. Orada evrakı karıştırırken , sandık içinde saklanmış olan mektubu gördü. Büyük bir dikkatle alıp , tekrar okudu. Fakat hayret! Okudukça içinde bir ateş hissediyor, tekrar okuyor:

- Bu mektubu buraya neye koymuşlar acaba?... Ne güzel bir mektup bu. Hem Allah elçisi olduğunu bildiriyor, kendi dinine davet ediyor, hemde dinine girmek isteyenlerden hiç bir şey talep etmediğini bildiriyor... Ne güzel sözler bunlar. Demek bizim tek yaratıcımız var, O'nun da yer yüzünde bir elçisi var!... diye söyleniyordu kendi kendine.

Çünkü Mektub-u şerif'te:

-Ey hükümdar! Kendini insanlara Allah olarak taptırma! Senin ve bütün kainatın yaratıcısı olan Allah'a iman et ki, dünya ve ahirette kurtuluşa eresin. O tapındığınız putlar ve siz cehennemin ateşi olmaktan kurtulun, diye yazılı idi.

Henüz genç yaşta olan Habbab, mektupta ta'rif edildiği üzere orada iöman ederek:

-Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlühü, diyerek şehadet getirdi.

Mektubu okuyup iman ettikten sonra, bu halinden babasına bahsetmek istedi ise de , babası onu konuşturmuyor, hemen sözünü keserek:

-Oğlum sakın ona aldanma! sen zevk-ü sefâna bak , sen benim yerime geçecek, bu milletin reisi olacaksın. Öyle ne idiği belli olmayan birisine inanırsan yazık edersin, diyerek kendince nasihat ediyordu.

Fakat Habbab'ın kafasına girmiyordu böyle sözler , o bir kere inanmıştı Allah'a ve O'nun Resulüne... Oğlunun dâvâsından dönmediğini gören babası, ona bizzat kendisi ceza vermek istedi. Ayakları altına alarak, üldürmeğe kastedercesine dövmeye başladı. Öyle çok dövüyorduki, elinden vezirleri zor aldılar. Bu kadar yaptığı eziyet yetmiyormuş gibi , bir de cellatlarına emrederek:

- Buna ne işkence yapılmak mümkünse yapın, imanından dönmez bizim yolumuzu kabul etmezse en sonunda kellesini kesin, diye emretti.

Celladlar alıp götürdüler... Öyle işkenceye tabi tuttular ki, dille tarifi mümkün değil. Üç dört gün kızgın çöllerde su çektirdiler, bir lokma ekmek bile vermiyorlar, ancak bir miktar tuzlu yiyecek veriyorlar, bir damla su çirmiyorlardı:

- Ya dininden dönersin, yahut bu işkencelerden sonra senin kelleni keseceğiz diyorlardı, ama ona hiçbir şey tesi etmiyor: "La ilahe illallah" diyor başka bir şey demiyordu.

Üç dört gün süren işkence den sonra, hâlâ davasından dönmediğini görünce , artık idama karar verdiler. Fakat idamı ile görevlendirilen cellada öyle bir uyku gelmişti ki, ne yapsa uykudan kurtulamadıç Habbab ise kalın zincirlerle bağlanmıştı. O anda olmasa bile; yarın mutlaka idam edilecekti. Günlerce aç-susuz bu kadar işkenceye tabi tutulan, hertarafı kan revan içinde kalan Habbab Hazretleri Allah'tan başka bir yardım isteyecek kimse bulamıyordu. Ellerini Allah'a açarak şöyle yalvardı:

-Ya Rabbi! Halim sana ma'lum ben sana inandığım , senin Resûlün Hazreti Muhammed'e inandığım için bu ezaya tabi tutuluyorum. Beni bu beladan ancak sen kurtarırsın. Öleceğime değil, Kainatın Nur-u Habibin Muhammed Mustafa'yı görmeden bu âlemden gideceğim için hüzünlüyüm. Beni ismine aşık olduğum Resûlüne , bir an önce kavuştur da ondan sonra ne olursa olsun, Ya Rabbi!, diye yalvarmaya başladı.

Onun, bu hulûsi kalb ile yalvarışı; arş-ı âlâyı titretmişti. Cenab-ı Allah, hemen Cebrail Aleyhisselamı göndererek dileğinin yerine getirilmesini temin etmesini emretti. Cebrail Aleyhisselam geldi. Habbab'ın bağlı olduğu zincir sanki çürümüş bez parçaları gibi dağılmaya başladı. Zincirden kurtulan Hazreti Habbab, hiçbirşey düşünmeden olduğu haliyle Medine tarafına koşmaya başladı. Öyle gidiyordu ki, sanki rüzgâr estiriyordu. Yetmiş konaklık mesafeyi bir gecede aldı.

Yırtılmış elbiseleri, kan çamur içinde kalmış vücudu ile Medineye erişti. Fakat nasıl bulacaktı mahbubunu? Medinenin sokaklarından birinde ağlayarak gezerken Amr bin As(r.a.) Hazretlerini gördü. Amr Hazretleri:

- Evladım nedir senin bu halin? Sen aşık olmuş birinsine benziyorsun. Derdini bana anlat ki, açssan sana yemek getireyim, çok perişan bir hakldesin. Günlerdir yemek yememiş bir halin var, deyince, genç delikanlı;

Hayır, benim arzuladığım ne yemektir, ne de başka bir dünya malı, diye cevap verince , anladı mubarek; onun Peygamberimize ve Onun yoluna âşık olduğunu...

- Ben Hazreti Muhammed'e iman etmiş bir müslümanım, sırrını bana söyle kardeşim. Kimseye söylemeyeceğime dair söz veriyorum, deyince Habbab Hazretleri eline sarılarak:

- Beni Hazreti Muhammed'e götür, dedi.

Tam bu esnada Cenab-ı Allah(C.C.) Cebarili göndererek Peygamberimize haber vermiş, uzaklardan bir misafirin geldiğini ve karşılamasını ta'lim buyurmuştu. Hazreti Peygamberimiz, orada bulunan ashabıyla beraber, Medine sokaklarından huzuruna gelmekte olan Hazreti Habbab'ı karşıladı. Ona sadakatından dolayı iltifatlar etti:

-Hoş geldiniz fedakâr oğlum Habbab!, diyerek kucakladı, bağrına bastı.

Hazreti Habbab, artık sahabî olmuştu. Başından geçenleri Server-i Kâinat Efendimize anlattı ve babasının mülkünde esir muamelesi görürken, işkenceye tabi tutulurken Peygamberimize karşı olan aşkını ifade eden şiiirini tekrar Resûlüllah'a okumaktan kendini alamadı.


Hacı Mesut
Hacı mesut'un mezarı İzmir'in Alipınar köyündedir. Hacı Mesut, Çanakkale Savaşı'nda, gözle kaş arasında adını bütün orduya duyurmuş ve ermişlik payesini kazanıvermiş mutlu bir insan. Mezarının önünde okuyup, niyaz etmeden kimse geçmez. Bir derdiniz, özellikle askerlikle ilgili bir müşkülünüz varsa, hemen Allah'tan o'nun hürmetine müşkülünüzün gitmesini isteyin illa onun yanına gitmenize gerk yok! eğer müşkülünüzde halis niyetiniz hakimse işiniz inşaallah oluverir.

Çanakkale savaşı'ndayız. Mülazım Emin, çiçeği burnunda bir harbiye'li. Mektebi bitirmiş, cepheye sürülmüş... Gönderildiği alay, ateş hattında kırılıyor, ama ne kırılıyor; gençler yiğitler biçiliyor. Bir zaman, geriden ikmal getirerek işi idare etmek istiyorlarsa da gün oluyor, ikmalde yetmiyor. Alaydan arta kalanları derleyip, toplayıp İzmir'in Alipınar köyüne getiriyorlar.

Acemiler gelecek , alay tamamlanacaki talim görecek ve yine cepheye sevkedilecek...

Alay tamamlanırken, durumun nezaketi gereği, alışılmış kurallara pek aldırılmıyor, eli silah tutan herkes toplanıp Alipınar'a getiriliyor. Gelenlerin içinde Hacı Mesut da var. Yaşlıca, sessiz, sadasız, kendi halinde bir habeş. Trablusluymuş. Mülazım Emin'in Konyalı Aziz Çavuş diye bir çavuşu var, nedense bu Hacı Mesut'u hiç sevmiyor. Her sabah Emin Efendi'ye tekmil verirken sayıyor, döküyor, sözün sonunu" Bir de, hiç bir işe yaramayan şu pis Arap var" diye bitiriyor.

Pis Arap aşağı, pis arap yukarı... Günün birinde, mülazım Emin:

-Bırak Aziz şu Adamı diyor. "O zaten yaşlı, sen onu talime çıkarma, koğuş temizliğine ver!"

Böylece günler geçip giderken, bir gün Mülazım hastalanıyor. Ama durumu çok ağır. Ne doktor, ne ilaç, ne sıhhiye memuru. Hastaya yardım edecek hiç kimse ve hiç bir şey yok. Akşama doğru Emin Efendi kendini kaybediyor, ateşten cayır cayır yanıyor, bir günde sanki eriyor.

Yapılcak bir şey yok, işi duaya kalmış. Görenler, sabahı bulamaz diyorlar.

Bir ara, Hacı Mesut, Aziz çavuşun yanına gelerek:" Bir nefes edeyim mi?" Diye soruyor. Mülazımın işi bitmiş ama, etsin bakalım ne olacak?

Hacı Mesut, Emin Efendi'nin yanında durmuştur, dudaklarının güç farkedilen hereketinden başka bir kımıldanış, bir ses yok. Saatler geçiyor. Hasta terliyor, Hacı Mesut terliyor. Bakleşenlerde artık takat kalmamış , kendilerini tutmasalar, "Pis arabı" yeninden yakasından tutup tartaklayacaklar. Sonunda, Hacı Mesut gözlerini Aziz çavuş'a çevirirp fısıldıyor: "Tamam, kurtuldu, ne isterse verin , yesin" Yemek mi? Mülazım ölü gibi serilmiş, gülesi geliyor Aziz çavuş'un. Tam o sırada yataktan bir inilti duyuluyor:

"- Su!"

Artık ona kimse, "Pis Arap" diyemez. Mesut'ta bir başkalık sezmekte olan bir kaç kişinin gözleri iyice açılıyor. Onun peşinden ayrılmıyorlar. Şu kadarını anlıyorlarki, Hacı Mesut, Abdüsselâm Esmerî'nin kıymetlilerindendir. Allah Katında itibarı büyüktür, ama o işi oluruna bağlamış, kendini açığa vurmamıştır.

Hacı Mesut'un çevresindeki halka her gün biraz daha büyüyor, bir kere onun sevgisine yakalanan artık kendini ondan kurtaramıyor. Hacı Mesut'ta tuhaf bir şey var. Hani çavuş yokmu, şu Aziz çavuş ... Asıl o; utanmasa işini gücünü bırakacak ve sabah ezanlarına kadar süren aşıklar sohbetinden ayrılmayacak...

Bir gün , Hacı Mesut Mülazım Mehmet Efendi'ye , Aziz çavuşla haber gönderiyor: "Yarın, davul dövdürsün, pilav zerde döktürsün, Çanakkale'de savaş bitti zafer bizimdir!"

Mülazım Emin, bu haberi biraz tuhaf buluyor, Çünkü, vaziyet, hiç te öyle Hacı Mesut'nun dediği gibi değil, gelen haberler kötü! Ordu müfettişi de tam o sıralarda Alipınar'dan geçiyormuş. Mülazım: "Acaba vaziyet ne merkezde?" diye sorunca, ordu müfettişi: "Orduyu geri çekecekleri söyleniyor, öyle olursa İstanbul düşer, vaziyet çok fena!"

Ordu müfettişi yansın yakılsın, Hacı Mesut gene haberi salıyor: "Davul dövdürsün, helva..."

Akşamın geç saatlarında Alipınar'a kan ter içinde bir atlı girip Mülazım Emin Efendinin önünde selamı çakıyor: "Gözümüz aydın efendim, çok şükür muzafferiz, Çanakkale'yi kurtardık..."

Bu kadarı yeterlidir; duyan Hacı Mesut'a koşuyor.

İlk müjdeyi veren sanki o değilmiş gibi , Hacı Mesut, masum gözleriyle etrafını saranlara gülümsemektedir. Alam bu gülümsemede, sevinçten fazla bir şey, sırlı, anlaşılmaz bir şey olduğunu o zaman telaş ve heyecandan, kimse anlayamıyor.

Bu anlamlı tebessümün kokusu bir kaç gün sonra çıkıyor. Davullar dövülmüş, helvalar yenilmiş, İzmir'in yiğit efeleri diz vurup zeybek oynamıştır.

Ortalığın sakinleştiği bir sabah Hacı Mesut, artık bütün alay gibi önünde el bağlayıp niyaza varan Çavuş'a : "Aziz Çavuş çocukları topla, bir diyeceğim var" diyor.

Aziz Çavuş'un içinde bir ateş, ne yaptıysa Hacı Mesut'u fazla konuşturamıyor.

Akşam karavanasından sonra etrafında toplanıyorlar. Hepsinin yüreği kuşkuda, ama kimse sebebini bilmiyor. Sebep Hacı Mesut'ta!

"Evlatlarım! Benim görevim burada bitti. Trablustan sizin alayı uyarmak, yüzünüzü Hak yüzüne çevirmek için gönderilmiştim. Şeyhimin dediğini yaptım. Hepiniz Abduüsselâm Esmerî'nin himayesindesiniz. Beni duâdan unutmayasınız. Ya Allah!"

Evet! Hacı Mesut "Ya Allah" demiş, Allah cemaline yürüyüvermişti. Alay karışıyor, birbirine giriyor. Gözlerinin önünde olanlara inanamıyor. Bir insan ölüme böyle söz geçirebilirmi?

Fakat, bütün telâş faydasızdır. Hacı Mesut ölüme sözünü geçirmiş, kavilli bir yolculuğa çıkar gibi yürek hoşluğu, gönül rızasıyla yürüyüp gitmiştir.

 
  Bügün 56 ziyaretçi burdaydı
hakka-dogru.de.tl


Bu Sitede Gördükleriniz tek bir amacla yapilsmisdir, Müslümanlarin Dini daha yakindan görüp Ögrenip ve aradaklarini cok aramadan hepsini biryerde bulabilmeleri icin kurulmusdur. Bu Sitede okuyacaklariniz görebilcekleriniz Resimler, dinleyebilcekleriniz Ilahiler ve her türlü baska konular Ehl-i Sünnet İtikâdı yolunda olan Dini Kitaplardan Dini Sitelerden alinmisdir. Aldiklarimi Orjinal halinde birakiyorum. Insallah benim aldigim yerlerde hakklarini helal ederler...


 
 
Diese Webseite wurde kostenlos mit Homepage-Baukasten.de erstellt. Willst du auch eine eigene Webseite?
Gratis anmelden