Hakka-Doğru
  31- 40 Kıssalar
 

HACILIK BERATI
Köyün birinde oldukça saf topal bir adam yaşarmış sadece kendi gibi topal bir eşeği varmış. hac zamanı köy halkı toparlanmış develerini hazırlayıp yola çıkmak üzereyken bu saf adamda peşlerine takılıp bende sizinle hacca gitmek istiyorum demiş.bunu duyan köy halkı adamla alay etmeye başlamış. sen topal eşeğin topal yol çok uzun sen nasıl gelirsin demişler. Adam illaki de gelecem diye tutturunca iyi hadi gel demişler. köylüler gitmiş, arkalarına dönüp her baktıklarında topal eşeğiyle adam arkalarındaymış. köy halkı buna çok şaşırmış. neyse sonunda kabeye gitmişler hac görevlerini yerine getirip köye gitmek üzere yola çıkmışlar. giderken saf adama bir şaka yapmaya karar vermişler. dönüp arkalarına sende hacı oldun mu demişler. oda büyük bir sevinçle evet demiş. köylüler eh senin hacı olduğuna dair kağıdın nerede onu da aldın mı deyince, saf adam tüh,ben o kağıdı almadım bir koşu o kağıdı da alıyım deyip köylülerin yanından ayrılmış. develerinin üstünde köylüler tam köye girerken saf adamı eşeğinin üzerinde vallahi de aldım, billahi de aldım diye bağırırken görmüşler ve çok şaşırmışlar. saf adamın elindeki kağıda büyük merak içinde bakmışlar, bir de ne görsünler 'hacı olmuştur' diye peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'in mühürü.



HAZRETİ NEVFEL'İN ŞEHADETİ VE HZ. EBU BEKİR (r.a.)

Hazreti Peygamber efendimiz şehidliğin mertebelerini ve Cennetteki derecesini anlatıp bir çok sözleriyle şehidleri medh ü sena etmişti. O anda eshabın içinden Nevfel (r.a.) Efendimizin huzuruna geldi:

-Ya Resûlallah, ben dua edeyim siz de amin deyin dedi ve dua etmeye başladı.

Duası şöyle idi:

- Ya Rabbi Nevfel kuluna şehidlik ihsan eyle... Bu iki oğlumu yetim, annelerini dul eyle.

Kılıcını kuşandı, Resûlüllah'la beraber harbe iştirak etti. Harbde çok cengaverce savaştı, bütün küffar ondan korkar oldular. Fakat Resûlüllah'ın önünde ettiği dua kabul olunmuştu. Bir ok yarasıyla yere düştü ve şehid oldu. Efendimize Nevfel'in şehadetini haber verdiler.

Gelip başını dizi üzerine koydu ve:

-Allah sana rahmet etsin. Yarın huzur-u İlahi'de bu başın arşın altında ve misk kokusu içinde olacaksın, buyurdular. Abdurrahman bin Avf Peygamberimiz'in emriyle rida getirip cenaze namazını kılarak defnettiler. Cenazede Peygamber Efendimiz ayak parmaklarının ucuna basarak yürüdü. Bunun hikmeti sorulduğunda şöyle buyurdular:

- Beni Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, Nevfel'in cenazesine gelen meleklerin çokluğundan ayaklarımı basacak yer bulamıyorum bir melek kanadını benim ayaklarımın altına serdi ona basıyorum.

Harb bitmiş, Medineye dönüyorlardı. Medine'ye yaklaştıklarından Medine'de müslüman kadınlar Resûlüllah'ı ve eshabı öven şiirler okuyorlar, bunların içinde Nevfel'in iki oğlu ile hanımı de vardı. Resûlüllah'ın huzuruna varıp halini sordular. Peygamberimizin gözleri yaşarmıştı. Nevfel'in şehid olduğunu hanımına söyleyemedi ve eliyle arka tarafı işaret etti. Arkada Hazreti Ali Kerremellahu Vechehü vardı. O da Resûlüllah söylemediğini görünce eliyle arkayı işaret edip geçti. Nevfel'in hanımı askerin en arkasından gelmekte olan Hazreti Ebu Bekir'in yanına varıp Nevfel'i sordu.

Hazreti Ebu BEkir, Mübarek sakalını da ağzına alıp:

- Ya Rabbi! Habibin gönül yıkmaktan sakındı. Ben Nevfel'in şehid olduğunu söylersem Resûlüllah'a muhalefet etmiş olurum. Eğer söylemesem yalan söylemiş olurum. Sen bana yardım et. Ya bana ilhamla ne diyeceğimi bildir ya bu hatunun kalbine bir sabır ve tahammül gücü ver, diye dua ettikten sonra sakalını ağzına alarak: "Ya Allah!" diye nida etti. Bir de baktılar ki, okun yaydan fırladığı gibi Hazreti Nevfel atına binmiş elinde kılınç olduğu halde tozu dumana katıp geliyor. Doğru Hazreti Ebu Bekir'in huzuruna gelip:

-Buyurun Ya Ebu Bekir! Beni mi çağırdınız? dedi.

Hazreti Ebu Bakir'in elini öptü ve bütün eshabı selâmladı. Eshab bu işe hayret etmişlerdi.

Gazadan dönen Resûlüllah her zaman ki gibi mescide girip iki rek'at namz kıldı. Nevfel de selâm verip girdi. Efendimiz:

-Bu Allah'ın bir ayetidir, acaba kimin sebebiyle zuhur etti? dedikleri sırada, Cebrail aleyhisselam gelip Allah'ın selâmını getirdi ve.

-Ya Resûlüllah şükür secdesi eyle! Cenab-ı Allah İsa aleyhisselâm gibi senin eshabından birine de ölüleri diriltme selahiyetiverdi. Eğer Hazreti Ebu Bekir bir kere daha"Allah" dese idi, Cenab-ı Allah bütün şehidleri diriltecekti, buyurdu.

Bunun üzerine Efendimiz(s.a.v.) kalkıp Hazreti Ebu Bekir'in sakalından öptü ve:

-Hak Teâlâ sana büyük ikramda bulundu. Allah'a hamdolsun ki bana Hazreti İsa gibi ölüleri diriltme izni verilen bir ümmet verdi, dedi.

Ondan sonra Hz. Nevfel iki oğula daha sahip oldu ve Yemame cenginde şehid edildi.

 



HELAL LOKMA GEREK
Sultan II. Murat zamanında, henüz Osmanlılarda hazine teşkil edilip padişahlar saraylarda gönlünce harcama yapmazlar ve onlar da harplerde elde edilen ganimet ve haraçlardan ve madenlerden başka devletin bir geliri yoktu. Halktan vergi toplayıp saray erkanı için harcanmazdı. Hal böyle olunca, padişahlar da zaman zaman parasız kalabiliyordu.

Bir gün Fazlullah Paşa, II. Murad'ın Çandarlı Halil paşa'dan borç para istediğini görüp:
Sultanım, Padişahın vezirlerden ve şundan bundan para istemesi yerinde olmaz. Müsaade buyurursanız bir hazine teşkil edilsin ve oradan saraya tahsisat ayrılsın, dedi.

Fazlullah Paşa'yı dinleyen Sultan Murad Hazretleri:

-Bu parayı nereden ve kimden toplayacaksın? diye sordu.

Fazlullah Paşa:

-Sultanım bu memlekette çok zenginler var, bir fermanla bazılarından bir miktar mal toplamak mümkündür, dedi.

Sultan Murad:

-Sen nice teklif edersin Fazlullah Paşa! Bize ve bizim askerimize helâl lokma gerektir. Bizim askerimizin boğazına helâl lokma girmez de, onun bunun hakkı girerse bu askerle, meydan-ı gazada nasıl harp edebiliriz? Haram üzerine bina kurulursa ayakta durma imkanı var mıdır?diyerek Fazlullah Paşa'nın teklifini reddetti ve Çandarlı Halil Paşa'dan bir miktar borç alarak iade etti ve sonra da ödedi.


 


İBADETİ ARTARSA RIZKI DA ARTAR
Abid bir zat, evden karısına işe gidiyorum diyerek ayrılır, fakat doğru tekkeye çekilerek ibadete başlardı. Akşam eve geldiğinde de "çalıştığım zat çok cömert bir kimse... Ondan para istemeye utanıyorum. On gün sonra ücretimin tamamını toptan verecek" derdi.

Onuncu gün gene evinden ayrılmıştı., işe gidiyorum diye. Doğruca Savmaaya(tekket) gitti., ibadetine başladı. Akşam üzeri yine evine dönecekti... Hanımına ne demeli, on gün doldu diye düşünüyor ve mahzun mahzun yoluna devam ediyordu. Evine yaklaştı... Evden sıcak ve leziz yemek kokusu duydu. Şaşırmıştı. Acaba karısı yiyeceği nereden almıştı. Eve geldiğinde karısı dervişi kapıda karşıladı, neşeliydi. Kocasına olanları şöyle anlattı:

-Çalıştığın adam hakikaten cömert bir kimse imiş... Öğle vakti idi, nur yüzlü iki kişi gelerek bana: "Bunlar kocanın iş ücretidir, Eğer bundan sonra da işine devam eder ve daha fazla çalışırsa daha fazla ücret verilecektir." dediler ve taze kesilmiş koyun eti, bir kısım yiyecek, ve bir kese de altın verdiler. Allah razı olsun o kimseden... Çünkü açlıktan artık tahammülümüz kalmamıştı."

Karısından bu sözleri dinleyen derviş Allah'a şükredip, ibadetine de devam etti. Çünkü o yiyecek ona Allah tarafından gönderilmişti.Allah (c.c.) neye kadir değil ki!



KARDEŞLİK
Ebû Hâşim'den evvel de Zühd ve verâda büyük zevat vardı, bunlar tevekkül ve mahabbet yolunda güzel muamele sahibi idiler. Fakat ilk defa sûfî adı verilen Ebû Haşim idi, ondan başkasına bu isim verilmemişti.

Keza, sûfîler için ilk defa inşa olunan Hankâh ve Tekke Şam'ın Remle kasabasında idi. Bunun sebebi şu idi: Bir Hıristiyan emiri bir gün avlanmaya çıkmıştı. Yolda, bu taifeden iki şahsın bir birleriyle buluştuklarını, elleriyle yekdiğerini tutup kucaklaştıklarını, hemencecik oraya oturduklarını, yenecek neleri varsa ortaya koyup yediklerini ve sonra vedalaşıp ayrıldıklarını gördü. Hıristiyan emirine onların muamele tarzı ve ülfetleri hoşuna gitti. Onlardan birini çağırarak sordu:

Kendisinden ayrıldığın kişi kim idi?

Derviş,

bilmiyorum, dedi.

Emir,

Görüşmenizin sebebi ne idi, dedi.

Derviş

Hiç bir şey dedi.

Emir,

O kişinin nereli olduğunu biliyor musun? dedi.

Derviş

Bilmem dedi.

Emir,

O halde birbirinizle ülfet ve ünsiyet etmenizin sebebi nedir? dedi.

Derviş

Bizim yolumuz ve usulümüz budur, dedi.

Emir

Toplanacağınız bir yeriniz var mı? diye sordu.

Derviş

Hayır dedi.

Emir:

O halde ben sizin için bir yer yaptırayım, artık bundan böyle yekdiğerinizle orada görüşürsünüz, dedi. Sonra Remle'de bir hankâh yaptırdı.

Şeyhülislam der ki: en hayırlı yer, memleketin en hayırlı kişilerinin konakladıkları yerdir.

Hayırlıların hayırlılarla bulunması ezelde takdir olunmuştur.




KARYAĞDI HATUN
Ankarada Şimdiki opera meydanı adıyla anılan meydandaki Karyağdı Hatun türbesinde yatmakta olan kişi onbeşinci yüzyılın ortalarında yaşamış olan Karyağdı Hatun Adıyla anılan kişidir. Türbede birde kitabe var,

Ah! vaveylâ ki cellâd felek
Hâke saldı bu güli nazikteri
Cennetinden kabrine revzenler aç
Rahmin ile bula daim ruşeni
Erdi hâtiften de anın tarihi
Cilvegâhı ola cennet gülşeni

Hikâye şöyle; Ankara'nın en güzel kızlarından biri al duvak takınıp gelin olmuş.Vardığı genç yağız yakışıklı bir Ankara efesi, kadir-kıymet bilir bir kişiymiş. Birbirlerini pek sevmişler, pek anlaşmışlar. gel zemen git zaman aradan vakitler geçmiş , gelin kızın al duvağı solmadan kaynata, kaynana başlamışlar tazenin yüzüne bakmaya... Bir torun istiyorlar, gelin gibi elâ gözlü, oğul gibi çatık kaşlı, koçyiğit, nurtopu bir torun!.

Günün birinde evin yaşlıları gelin kızın betine benzine bakmışlar da işi anlayıvermişler; Allah izni, pirler himmeti ile gelin hanım hamileymiş meğer!

Eh! aş ermek kadın töresinde haktır, helaldir, ayıplayanın başına tez gelir. Bizim gelinde aş eriyor diye kimse ayıplamaz. ayıplamaz ama yavrucak öyle bir şeye aş erer ki bulup buluşturmak müşkülün müşkülü. Çünkü taze gelin, ağustos ayında kar ister. Herkes yayla güneşinde buram buram terlerken o, ortalığa yağan lapa lapa kar rüyaları görür.. Gecenin ortasında içini bir ateş basar dudakları suya hasret kalan bozkır toprağı gibi şahrem şahrem yarılır. Kızcağız kâh ağlar sızıldanır, kâh utanır, susar. Ama onunla birlikte kocasıda yanar. yakılır., döner dönenir. Elinden gelen olsa esirgemeyecek, dağları devirecek. Kar bu; yola bele dayanmaz ki... Gidip uzaklardan getire. O zaman Şimdiki gibi kolaylıklarda yok , ne buz dolapları, nede insanı bir iklimden diğerine götürecek uçaklar.

Kadıncağız, gündüz hayalinde kar helvaları yiye; gece düşünde kardan adamlarla güreşe boğuşa bebeğini büyüte dursun, artık bir an gelmiş dayanamaz olmuş. Herkesin mışıl mışıl uykuya vardığı bir sıra bahçeye çıkıp hem ağlamış hem istemiş:

"Allahım" demiş; Her şey senin elinde! Sen, ol deyince gökyüzünden kar da yağar, nur da yağar! Ver Allahım! lâpa lâpa kar ver, avuç avuç kar yiyeyim, içimin şu bitmez yangını sönsün.Allahım! Allahım! Kar ver Allahım!

Bu an hacet kapılarının açık olduğu mutlu bir an mıydı? Yoksa gelinin yanık sesi hacet kapılarını ardına mı dayadı, kim bilir?!. Bazı işler Allah ile kul arasında sırdır, ne olmuşsa olmuş işte, lâpa lâpa kar yağmaya başlamış. Tam gelinin rüyasında gördüğü gibi!

Yerler bembeyaz olmuş "Kar geliyor, nur geliyor" diye sevinçten iki gözü iki çeşme sel sel ağlayan hatun, avuçlarını açar ığıl ığıl inen karları şahrem şahrem dudaklarına götürürmüş.

Kar yağmış, gelin yemiş, ta... gün ağarıncaya kadar. Ertesi sabah Ankara'yı bembeyaz karlar içinde görenler büyük bir şaşkınlığa uğramışlar ama , Allah'a sözünü geçiren gelinin hikâyesi de çabucak ortalığa yayılıvermiş. Hikâyesi diyoruz çünkü gelinimiz hastadır. Yediği kar ona dokunmuş, yatağa düşmüştür.

Kaynanası, kenarı pullu duvağı torununun beşiğine örtmeyi arzuluyordu ama gelinin tabutuna örtmek nasipmiş.

Türbedar nine yere düşen mumları düzeltirken;

- Türbenin üstüne her gece , cümlenin derin uykulara vardığı saatlerde bir şey yağar; karmı yağar , nurmu yağar bilmem artık, yere düşmeden kaybolur gider diye ekler.




KEL, KÖR VE ABRAŞ'IN İMTİHANI
Ebû Hureyre R.A Peygamber aleyhisselamın şöyle buyurduğunu anlatıyor:
İsrail oğullarından üç kişi vardı. Bunlardan biri abraş, biri kör, biri de kelidi. Allahü Teâlâ bunarı imtihan etmek istedi ve melek gönderdi.

Abraşa gelen melek:
-En çok sevdiğin şey nedir? diye sordu.

Abraş. Güzel renk ve güzel deri ve Allah'ın benden insanların çirkin gördükleri gördükleri bu abraşlık hastalığını gidermesidir., dedi. Melek elini bir sürdü ve abraş kimsenin bu hastalığı gidip kendisine güzel bir renk ve on adet dişi deve verildi,

Melek:
-Hangi malı daha çok seversin? diye sordu.

Abraş:
-Deve , yahut sığır diye cevap verdi. Bunun üzerine kendisine on adet dişi deve verildi.

Melek:
-Allah, bunları sana mübarek eylesin! dedi.

Sonra bu melek kel kimseye geldi ve:
- En çok sevdiğin şey nedir? dedi.

Kel:
-Güzel saç ve Allaü Teâlâ'nın, bende insanların çirkin gördüğü bu illeti gidermesi, diye cevap verdi. Melek kendisine elini sürdü ve o kimsenin kelliği kaybolup gitti, kendisine güzel saçlar verildi.

Melek:
-En çok sevdiğin mal hangisidir? diye sordu.

Kel:
-Sığır, dedi. Derhal kendisine yavrulamak üzere olan inekler verildi.

Melek:
-Allah , sana bunları mübarek etsin! dedi.

Melek daha sonra kör kimseye geldi ve:
-En çok hangi şeyi seversin? diye sordu.

Kör:
-Allah'ın gözlerimi iade etmesini, insanları görmeyi diye cevap verdi. Melek kendisini eli ile mesh etti ve Allah, o kimsenin gözlerini açtı.

Melek:
-En çok sevdiğin mal nedir?

Kör:
-Koyun , diye cevap verdi. Kendisine yavrulayıcı koyun verildi.
Sonra, abraş ile kele verilen deve ile sığırlar üredi, körün de koyunları çoğaldı. Birinin bir vadiyi dolduran develeri, diğerinin bir dolusu inekleri, diğer birinin de bir vadiye sığmayan koyunları oldu.

Aradan bir müddet geçtikten sonra, melek abraşa, onun eski şekil ve suretinde gelip:
-Ben fakir bir adamım, dağları taşları aşıp geldim. Bugün Allah'tan başka bir yardım edenim yoktur. Önce Allah, sonra senden, sana bu güzel rengi, bu güzel deriyi ve bunca malı veren Zât'ın adına bana, yolculuğum sırasında faydalanabileceğim bir deve vermeni istiyorum, dedi.

Abraş:
-Haklar çoktur, dedi ve bir şey vermedi.

Bunun üzerine melek kendisine:
-Ben seni tanıyacak gibiyim ; sen insanların kendisinden nefret ettiği abraş kimse değil miydin? Sonra Allahü Teâlâ sana bu nimetleri ihsan etmişti, dedi.

Abraş:
-Hayır , bu mal bana ecdadımdan kalmadır; dedi.

Melek:
-Eğer yalan söylüyorsan, Allah seni eski haline çevirsin, diye beddua etti. Hakikaten abraş eski çirkinliğine ve fakirliğine döndü.
Melek sonra kele, kelin eski şekil ve suretinde geldi. Buna da abraş kimseye dediklerini aynen tekrarladı. Kel de aynı abraş gibi karşılıkta bulundu ve o da bir şey vermedi.

Melek de yine:
-Eğer yalan söylüyorsan, Allah seni eski haline döndürsün, diye beddua etti ve o kimse eski kel haline fakir durumuna döndü.

Daha sonra melek köre onun eski sureti ve şekliyle geldi ve:

-Ben muhtaç bir kimseyim, yolcuyum; yürürken dağları aştım. Bugün Allah'tan başka bir yardım edenim yok. Önce Allah, sonra senden, gözlerini açan zat'ın adına yolculuğum sırasında istifade edeceğim bir koyun vermeni isterim, dedi.

Eski kör:
-Ben önceden kör idim. Allah gözlerimi açtı. Bunlardan dilediğini al, dilediğini bırak, diye cevap verdi. Allah için almak istediğin şeyi vermek hususunda Allah'a yemin ederim ki, sana zorluk çıkartmam, dedi.

Bunun üzerine melek:
-Malın senin olsun; üçünüz de ilahî imtihana tutuldunuz. Allahü Teâlâ senden râzı oldu, fakat iki arkadaşın abraş ile kelden razı olmayıp onları cezalandırdı, dedi.




KIMSE ASLINI UNUTMASIN
On sekizinci asrın başlarında İstanbul'dayız. Avcı Mehmet diye bilinen Sultan Mehmed'in annesi Turhan Sultan, İstanbul'da bir gezintiye çıkar. Bir ara bugünkü Unkapanı Köprüsü'nün Galata'ya varan ucundaki Azap Kapı'ya da uğrar. Oradan Galata tarafına geçmek isterken Sokullu Mehmet Paşa Camii'nin bulunduğu yerde bir kızcağızın oturmuş, gözyaşı döktüğünü görür. Yaklaşır, bakar ki, çocuğun önünde kırılmış bir testi var.

Şefkatle seslenir:

- Yavrucuğum niçin ağlıyorsun, boşuna gözyaşı dökme. Kırılan testi olsun. Sil gözünün yaşını. İşte sana testinin parası. Hemen yenisini al.

Kızcağız yaşlı gözlerini silerek baktığı Turhan Sultan'a titrek sesle cevap vermeye çalışır:

- Ben der, testi kırıldığı için ağlamıyorum. Sabahtan beri iplik gibi akan su başında bekleyip de doldurduğum testinin suyunu hizmetçilik ettiğim eve götüremeyecek kadar beceriksizlik gösterdiğim için ağlıyorum.

Turhan Sultan bu cevaptan çok memnun olur. Orada kızcağızın kim olduğunu soruşturur. Ana-babadan yetim bir öksüz olduğunu, hayırsever bir ailenin yanında karın tokluğuna hizmetçilik ettiğini öğrenir. Hemen gidip kızcağızı aileden ister, saray terbiyesine alır.

Fevkalade bir öğrenim kabiliyetine sahip olan öksüz kızcağız, kısa zamanda inkişaf eder, her konuda sarayda örnek bir hanım haline gelir. Öylesine itibar kazanır ki, onu hayırseverin evinden alıp saraya getiren Turhan Sultan, padişah hanımı olmaya bile layık görür ve nitekim Sultan Mustafa (II) ile evlendirir. Böylece Saliha Hanım, Saliha Sultan unvanını alır, Hanım Sultan olur.

Aradan geçen zaman içinde dünyaya getirdiği oğlu Mehmet (I)'in de padişah olması sebebiyle bu defa da Saliha Sultan'lıktan yükselir Valide Sultan olur.

Ne var ki, Saliha Sultan, Valide Sultan'lığa terfi ettiği halde geçmişini asla unutmaz. Öksüzlüğünü, hizmetçiliğini, hatta kırdığı testinin başında ağlarken elinden tutulup da böylesine eşsiz bir mevkie çıkışını, hep düşünür.

Bir gün çevresiyle birlikte testisini kırdığı, başında gözyaşı dökerken elinden tutulup da saraya getirildiği yere gider. Sessizce yine gözyaşı dökmeye başlar. Meraklananlar sebebini sorarlar. O da geçmişteki olayı onlara açık seçik anlattıktan sonra emrini verir:

- Testimin kırıldığı bu yere öyle bir çeşme yapılsın ki, asırlar geçsin; ama çeşmenin suyu bitmesin, sanatı gözden düşmesin. Testisini kıran kızlar bir daha dolduramam diye gözyaşı dökmesin. Su bol aksın.

- Sonra ne mi olur? Öylesine bir sanat eseri büyük çeşme yapılır ki, aradan asırlar geçer, çeşme halen sanatındaki eşsizliği korumakta, çevreye de su hizmeti vermektedir.

Unkapanı Köprüsü'nün Karaköy başında Sokullu Mehmet Paşa Camii'nin yanındaki çeşmeyi bugün olanca ihtişamıyla görmeniz mümkündür.




KÜRT OLARAK AKŞAMLADIM, ARAB OLARAK SABAHLADIM
Ebû Abdullah el Müştehir Hazretleri, Şirazlı bir Kürt taifesindendir. Cenabı Allah ona ilm-i ledün bahşetmek istemişti. Bir gün Şiraz medreselerinden birine geldi. Medresede talebeler ilim mevzuunda konuşmalar yapıyorlar, bazı hususlarda tartışmaları vuku' buluyordu. Talebelerin ilim öğrenmek için s'ayü gayret sarf ettiklerini görünce hoşuna gitti ve bir mesele öğrenmek kasdıyla bir şey sordu. Talebeler gülüştüler onun bu safça, yani basit bir şey sormasına...

O Mübarek:

-Ben de sizin öğrendiğiniz ilimlerden bir ilim öğrenmek isterim. Bana bir yol gösterin, dedi.

Talebeler müstehzi bir tavırla ona şu nasihatte bulundular:

- Eğer alim olmak istersen, evinin tavanına bir ip bağla, ayağını da ipe sıkıca bağlayıp kendini baş aşağı sallandır ve her sallanışta "Sarı renkli demir( veya aslan yelesi)" de. Böylece ilim kapıları sana bir gecede açılır, dediler.

Ebû Abdullah el-Müştehir Hazretleri talebelerin kendisi ile alay ettiklerini hiç aklına bile getirmeden doğru eve gitti. Onların dedikleri gibi evin tavanına bir ip bağlayıp ayaklarını da bir ucuna bağladı ve başı aşağı sallanmaya başladı. Her gidip deldiğinde ise onların tarif ettiği şeyi söylüyordu. Hüsn-niyyet ve sıdk sadakatle ile bu işi yapması Cenab-ı Allah'ın hoşuna gitmişti. Seher vakti olduğunda bütün ilim kapılarını Cenab-ı Allah ona açtı. Artık zahir ve batın bütün ilimler ona malum olmuştu. Bir çok âlimin halletmekte güçlük çektiği meseleyi ona sorar oldular. İşte "Emseytü Kürdiyyen, esbahtü arabiyyen (Kürt olarak akşamladım, arabî ilimlere vâkıf olarak sabahladım)" sözünü bu hadiseden sonra söylemiş olduğu rivayet edilir.

Bu hadiseden sonra, o sabah Şiraz camilerinde va'z etmeye başladı ve Fatiha-i Şerife'ye yedi türlü mana verdi Mertebe mertebe açıkladığı Fatiha'nın mânâsını en sonunda içinizde bunu anlayacak hiç kimse yoktur. Hızır Aleyhisselâm bile bu manayı anlayamaz diyerek bitirdi. Zahir ve batın bütün ilimlerin hamili olan Ebû Abdullah Hazretleri, aynı zamanda zamanının mânevi salahiyet sahibi bir mürşid de oldu.(K.S.)


 

MAGARADAKi ÜÇ KiŞi
[Hz. Peygamber’in evvel zaman içinde yaşanmış bir hadiseye binaen anlattığı, Prof. Dr. İbrahim Canan’ın tercümesiyle Kütüb-ü Sitte’den aktarıp uyarladığımız bu mesel, Buhârî, (Enbiyâ 50, Büyû’ 98, İcâre 12, Hars 13, Edeb 5); Müslim, (Zikr 100) ve Ebu Dâvud’da (Büyû’ 29) Abdullah b. Ömer’den rivayetle geçmektedir.]


Bizden önce yaşayanlardan üç kişi yola çıktılar. Akşam olunca, geceleme ihtiyacı onları bir mağaraya sığındırdı ve içine girdiler. Ancak, dağdan kayan büyükçe bir kaya yuvarlanıp mağaranın ağzını üzerlerine kapadı.

Aralarında:

“Bizi bu kayadan sâlih amellerinizi şefaatçi kılarak Allah’a yapacağınız dualar kurtarabilir” dediler.

Bunun üzerine, içlerinden biri anlatmaya başladı:

“Benim annem babam çok yaşlıydı. Onları çok kollar, akşam olunca onlardan önce ne ailemden, ne de hayvanlarımdan hiçbirine yedirip içirmezdim” dedi. “Bir gün, odun aramak uzaklara gitmiştim. Eve döndüğümde ikisi de uyumuştu. Onlar için sütlerini sağdım. Hâlâ uyumakta idiler. Onlardan önce aileme ve hayvanlarıma yiyecek vermeyi uygun bulmadım, onları uyandırmaya da kıyamadım. Geciktiğim için çocuklar ayaklarımın arasında kıvranıyorlardı. Ben ise süt kapları elimde, onların uyanmalarını bekliyordum. Derken şafak söktü.”

Adam, bu olayı anlattıktan sonra, dua için ellerini göğe kaldırdı ve:

“Ey Allahım! Bunu Senin rızan için yaptığımı biliyorsan, yolumuzu kapayan şu taştan bizi kurtar!” dedi.

Bu duanın akabinde taş bir miktar açıldı. Ama bu, dışarı çıkmalarını mümkün kılacak bir açıklık değildi.

Bunun üzerine, ikinci adam söze başladı:

“Ey Allahım!” dedi. “Benim bir amca kızım vardı. Onu herkesten çok seviyordum. Ondan kâm almak istedim. Ama o bana yüz vermedi. Fakat gün geldi, kıtlığa uğradı, yardım için bana başvurmak zorunda kaldı. Ona, kendisini bana teslim etmesi karşılığında yüz yirmi dinar verdim. Mecburen kabul etti. Ancak, arzuma nail olacağım sırada:

‘Allah’ın mührünü gayri meşru surette bozman sana haramdır’ dedi.

Bunun üzerine ben de ona dokunnmaktan sakındım ve insanlar arasında en çok sevdiğim kimse olduğu halde, onu bıraktım. Verdiğim altınları da geri istemedim.”

Adam bunu anlattıktan sonra, Allah’a dua için ellerini açtı ve:

“Ey Allahım!” dedi. “Eğer bunları Senin rızan için yapmışsam, bizi bu sıkıntıdan kurtar!”

Bu dua üzerine kaya yerinden biraz daha kımıldadı. Ama onların çıkabileceği kadar açılmadı.

Çaresiz, mağarada bekleşmeye devam ettiler. Bu esnada, son bir ümit, üçüncü şahıs başından geçen bir olayı anlatmaya başlamış bulunuyordu:

“Ey Allahım! Ben işçiler çalıştırıyordum. Ücretlerini de derhal veriyordum. Ancak bir tanesi, bir kilo pirinçten ibaret olan ücretini almadan gitti. Ben de onun parasını onun adına işletip kâr ettirdim. Öyle ki, çok malı oldu. Derken, uzun seneler sonra bu işçim çıkageldi ve:

‘Ey Abdullah!’ dedi. ‘Bana olan borcunu öde.’

Ben de:

‘Bütün şu gördüğün sığır, davar, deve ve köleler senindir. Git, bunları al götür!’ dedim.

Adam:

‘Ey Abdullah! Benimle alay etme!’ dedi.

Ben tekrar:

‘Kesinlikle alay etmiyorum. Git, hepsini al götür!’ dedim. Adam hepsini alıp götürdü.

“Ey Allahım! Eğer bunu Senin rızan için yaptıysam, bize şu halden bir kurtuluş nasip et!”

Adamın bu duasının hemen akabinde kaya tamamen açıldı. Çıkıp yollarına devam ettiler.

 
  Bügün 53 ziyaretçi burdaydı
hakka-dogru.de.tl


Bu Sitede Gördükleriniz tek bir amacla yapilsmisdir, Müslümanlarin Dini daha yakindan görüp Ögrenip ve aradaklarini cok aramadan hepsini biryerde bulabilmeleri icin kurulmusdur. Bu Sitede okuyacaklariniz görebilcekleriniz Resimler, dinleyebilcekleriniz Ilahiler ve her türlü baska konular Ehl-i Sünnet İtikâdı yolunda olan Dini Kitaplardan Dini Sitelerden alinmisdir. Aldiklarimi Orjinal halinde birakiyorum. Insallah benim aldigim yerlerde hakklarini helal ederler...


 
 
Diese Webseite wurde kostenlos mit Homepage-Baukasten.de erstellt. Willst du auch eine eigene Webseite?
Gratis anmelden