Hakka-Doğru
  41 - 50 Kıssalar
 

MERKEP SÜRÜSÜ GEÇİYOR
Vaktiyle siyasilerden biri, etrafında toplanmış olan kimselerle beraber, gece yarısı bir kabristanlığın yanından geçiyorlarmış, Sayıları yirmi beş-otuz civarında imiş. Bu siyasi zat geriye dönerek arkasındakilere şöyle seslenmiş:
-İçinizde Yasin bilen var mı?

-Yok, demişler.

Tekrar sormuş:
-İçinizde Elham bilen var mı?

Yok, demişler.

Bir daha sormuş:
Pekala içinizde Kulhüvellahü Ehad'ı bilen var mı?

Yine yok, cevabını vermişler. Bunun üzerine adamın canı sıkılarak :
Herkes iki eline birer taş alsın diye emretmiş. Onlar da büyükçe birer taş almışlar. Tekrar emir vermiş :

- Haydi hepiniz dört ayaklı olun. Ayaklarınızı ve elinizdeki taşları yürürken yere pekçe vurun da hiç olmazsa burada yatan ölüler merkep sürüsü geliyor, sansınlar demiş.

 


 

Mesafenin Önemi
Buhari ve Müslim'e göre Peygamber'imiz (S.A.V) buyuruyor ki:

"- Sizden çok önceleri yaşayanlardan bir adam doksan dokuz kişi öldürmüştü. Biraz pişmanlık duyunca o yöredeki en mühim âlimini araştırdı, ona bir rahibi tavsiye ettiler. Rahibin yanına varınca ona doksan dokuz kişi öldürdüğünü söyleyerek tevbesinin kabul edilip edilmeyeceğini sordu. Rahip ona "hayır" deyince onu da öldürdü, böylece öldürdüklerinin sayısı yüze ulaştı.

Arkasından tekrar pişman olup, yine o günün en büyük âlimini sordu, ona yüksek bir âlimi tavsiye ettiler. Adam âlime yüz kişi öldürdüğünü söyleyerek tevbesinin kabul edilip edilmeyeceğini sordu. âlim ona elbette tevbe edebileceğini, tevbe ile kendisi arasına hiç kimsenin girmeye hakkı olmadığını bildirerek ona "Yürü, filan yere git, orada Allah'a ibadet eden insanlar yaşıyor, onlar ile birlikte sen de Allah'a ibadet et, köyüne dönme, çünkü orası kötü bir yerdir." dedi.

Adam yola koyuldu, fakat yarı yolda öldü.

Bunun üzerine Azab melekleri ile rahmet melekleri adam hakkında anlaşmazlığa düştüler. Rahmet melekleri bu adama tevbekâr olarak ve kalbi ile Allah'a yönelerek buraya geldi." dediler. Azab melekleri de "O hiç bir iyilik işlemedi" dediler.

Bu sırada insan kılığına girmiş bir melek çıkageldi, rahmet ve azab melekleri onu anlaşmazlıklarını çözmek üzere hakem kabul ettiler.

İnsan kılığındaki melek "Her iki mesafeyi de ölçüp karşılaştırın. Hangi tarafa daha yakınsa o tarafa ait olsun" dedi. Mesafeleri ölçüp karşılaştırınca varmak istediği yere daha yakın olduğu görülerek onu melekleri götürdü."

Diğer bir rivayete göre hadisin son kısmı şöyledir. "Adamın ölüsü iyiler köyüne bir karış daha yakın olduğu için iyilerden sayıldı."

Başka bir rivayete göre de hadisin bu kısmı şöyledir, "Allah beriki köye "uzaklaş" ve öteki köye "yakına gel" diye emrettikten sonra insan kılığındaki melek "Her iki tarafa olan mesafeyi ölçüp karşılaştırın" dedi. Ölçüp karşılaştırınca iyiler köyüne bir karış daha yakın olduğunu gördüler, böylece affedilmiş oldu."



MİSAFİR İSTEMEYEN KADIN
Misafirperver bir sahabi vardı. Hanımı ise hergün kocasının yanında bir kaç misafirle gelmesinine artık tahammül edemez olmuştu. Birkaç defa kocasına:

- Sen hergün birkaç misafirle geliyorsun, gelen misafirler, çocuklarımızın rızıklarını yiyorlar, dediyse de kocası, hergün yanında birkaç misafir getirmekte ısrar ediyordu.

Kadın sahabi dayanamayıp, RasÛlüllah'a şikâyete karar verdi:

- Ya Resûlüllah! Kocam her akşam eve birkaç misafir gtiriyor, böylece de kocamın kazandıkları hep misafirlere gidiyor. Birgün hastalanıverse, açlıktan ölmekten korkarım, dedi.

Peygamber efendimiz(s.a.v.) kadının kocasını, huzuruna çağırttı.

Adam:

- Ben misafirsiz edemem! Soframda misafir olması, bana neş'e ve bereket veriyor, diyor ve diretiyordu.

Bu sefer Peygamberimiz (s.a.v.) kadına, bundan sonra fazla değil, bir misafire razı olup olmadığını sordu. Kadın buna da razı değildi:

- Ben çocuklarımın rızkını başkalarının yemesine rıza gösteremem, diyordu.

Adam hiç olmazsa bir misafirde ısrar edince; kadın boşanmaktansa bir misafire razı oldu. Fakat o akşam üzeri beyinin, yine eve iki misafirle geldiğini gördü. Kadın sinirlenmişti, içi rahat değildi. Yemek hazırlamak için mutfağa girdi, üç kişilik yemek hazırlayıp tepsiyi kocasına verdi. Biraz sonra da misafirlerden birinin çıkıp gittiğini gördü. Hazırlanan yemeklerden biri yenmemişti.

Kadın kocasına:

- Misafirin biri niçin yemek yemeden çıkıp gitti? diye sordu.

Adam, ikinci misafirin farkında değildi:

- Sen hangi misafirden bahsediyorsun. Ben bir misafirle geldim, o da içerde işte diye cevap verdi.

Kadın çok iyi görmüştü. Misafirin birisi yemek yemeden çıkmıştı.

Bu münakaşanın içinden çıkamayacaklarını anlayan karı - koca, hemen Efendimiz Hazretlerine müracaata gittiler ve durumu anlattılar...

Onları dinleyen Peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu.

- Evet! Eve iki misafir gelmişti. Fakat bunlardan birisi hakiki insan değil, insan suretine giren rızıktı. Allah (c.c.) hanımını akıllandırmak için rızkı insan kılığına sokmuştu.Hanımının ise, yine misafirler için bir miktar rızkı gözden çıkarıp hazırladı, ama o rızık, eksilmedi.

Şunu iyi bilesiniz ki, her misafir kendi rızkı ile gelir. Ve kimse, kimsenin rızkını yiyemez, eksiltemez... Hatta misafir, bir evin bereketini arttırır ve o evin rızkında artma olur, buyurdular. Tabii ki kadın, bu hadiseden sonra itiraz edecek durumda değildi.

 

 

 


MÜHÜRLÜ İZİN
Azizan Hazretleri gaiplerden aldıkları işaret üzerine Harizem illerine göç ediyorlar. Şehrin kapısına gelince içeriye girmeyip Harizem Şaha iki derviş gönderiyorlar ve şöyle tembih ediyorlar:

-Gidin ve Şaha deyin ki, fakir bir dokumacı kapınıza gelmiştir. Şehrinizde oturmak ister, eğer izniniz olursa girecek, olmazsa dönecektir. Ayniyle bu sözleri söyleyin ve izin verildiği taktirde Şahın elinden bir de mühürlü vesika alın!

Dervişler saraya gidip vaziyeti arzediyorlar. Bu istek Şahın tuhafına gidiyor. Sadece alay olsun diye istenilen mühürlü kağıdı yazdırıp dervişlere veriyor. Dervişler kağıdı şeyhlerine teslim ediyorlar, o da şehrin kuytu bir köşesinde bir ev tutup oraya yerleşiyorlar. Her sabah ırgat pazarına gidip oradan birkaç amele tutuyorlar ve onlara:

- Şimdi abdest alın ve ikindi vaktine kadar bizim sohbetimizde bulunun! sonra da ücretinizi alıp yerinize dönün!

Emrini veriyorlar.

Bu işi ganimet bilen ırgatlar hemen Şeyh hazretlerinin etrafında halka oluyor, fakat halkaya bir giren bir daha çıkamıyor. Hâdise şehre yayılıyor ve Azizan Hazretlerinin halkası o kadar genişliyor ki, oturdukları eve sığamaz oluyor. Çok geçmeden bütün Harizem Azizan Hazretlerinin kapısında... Herkes onun eteğine yapışabilmek için bir birini çiğniyor.

Şahın kulağına fıslıyorlar:

-Şehirde bir şeyh peydahlandı. Bütün şehir onun arkasında ve izinde... Böyle giderse bağlıları o kadar çoğalacak ki, onun nüfuzu önünde sizin saltanat nüfuzunuz sıfıra inecek...Çaresine bakmak lazım bu işin...

Şah, Azizan Hazretlerinin şehirden çıkmasını ferman ediyor. O zaman büyük mürşid Şaha şu cevabı gönderiyor:

-Biz, konumuzda, şehre girebileceğimize ve orada yerleşebileceğimize dair mühürlü bir ferman taşıyoruz. Eğer Şah, kendi izinlerini ve mühürlerini inkâr ederlerse çıkıp gitmeğe razıyız.

Ozaman padişah işi anlıyor ve bizzat verdiği izni geri almak küçüklüğüne düşmüyorHatta bununla da kalmayıp Hoca Hazretlerinin sonbetine gidiyor; ve gidiş o gidiş, bi anda Azizan Hazretlerinin en tutkun bağlılarından oluyor.



MÜSLÜMANLARIN YARDIMLAŞMA AHLAKI
Müslümanlar herşeyden evvel birbirleriyle imanda kardeştirler. Dolayısıyla birinin derdi hepsinin derdidir. Asrı saadette ceryan eden örnek teşkil edecek bu hadiseyi, Mehmed Zihni efendi’nin kitabından nakledelim.

Yermuk Gazasında bulunmuş olan bir sahabi bizzat anlatıyor:
Harp durmuş,yaralıların ihtiyaçları karşılanmaya başlanmıştı. Ben de su dolu kırbamı alıp amcamın oğlu Haris e koştum. Yaralılar arasında bulup suyu uzattığım sırada, yan taraftan İkrime nin feryadı duyuldu:

-Su ne olur bir damla su!
Haris bunu duyunca, kaş göz işaretiyle suyu ona götürmemi istedi. Ve kendisi dudaklarını kilitledi,asla içmedi. Koşarak oraya vardım, suyu İkrime’ye uzatırken bir ses daha geldi. bu da İyaş'ın feryadıydı.

-Allah rızası için bir damla su,çok perişanım! diyordu. İkrime de Haris gibi dudaklarını kilitlemiş işaret ediyordu,suyu ona götür diye... Koştum,yaralılar arasında arayıp İyaş'ı buldum. Ne var ki İyaş'ın ruhu, şehitlerle beraber uçmuştu... Cansız cesedi, sıcak kumların üzerine uzanmış bulunuyordu. Dönüp İkrimeye geldim. Baktım ki ikrime de onu takip etmiş, o da uçmuş öbür şehitlerle birlikte...Bari dedim Haris e yetişeyim de onu olsun içireyim. ne çare ki, geldiğimde onun da cansız cesediyle karşılaştım. O da hareketsiz yatıyordu sıcak kumların üzerinde.

Mübarek sahabi sözlerine şöyle devam ediyor, diyor ki:
-hayatımda çok fedakarlık gördüm. Ama hiç biri bu derecede değildi. Kendilerinin su ihtiyacı kesindi. Ama kardeşlerini duyunca onlara göndermişler, ölümleri pahasına bu yardımı yapmışlardı.



Neden Rengin Sararır ?
Fatih Sultan Mehmet, mürşidi Akşemseddin'den ayrı, İstanbul'da geçirdiği günlerde Şeyh Vefa'ya fazla ilgi göstermiş, yalnızlığına onda deva aramış, fakat ikisi arasında geçen çok ince bir hesapla bu ilgisine, Şeyh Vefa tarafından bir cevap bulamamıştı.

İnce bir hesap dedim, böyle bir hesap ancak, söz konusu olan o iki insan tarafından anlaşılabilir. Dışarıdan seyirci olan bizlere işin tartışması düşer.

Bir rivayete göre, Sultan Fatih tam üç defa Şeyh Vefa'yı makamında ziyarete gitmiş, fakat, üçünde kendisini görmeden göremeden dönmüştür. Sultan Fatih, Şeyh Vefa'nın tekkesi önündeki demir kapıya gelmiş, fakat kapıyı kilitli bulmuştur. Bahçede ne bir kul, ne bir can... Hükümdar ârif bir kişiydi. Bunun ne demek olduğunu anladı. Rengi kül gibi solmuştu.Bu yapılan ona hükümdar olarak değil,insan olarak dokunuyordu. O, yaralıydı, dinlenecek, dertlerini dökecek bir makam, sığınacak bir yer arıyordu.

Sultan Fatih gibi, Şeyh Vefa da bu dönüşleri solgun bir yüzle bekler, indirilmiş hücre pencerelerinin demirlerine başını dayar, mahzun, mükedder, hünkâr alayının evi önünden uzaklaşmasını dinlerdi.

Bir gündü, cesareti ve nazı geçer dervişlerden biri:"Şeyhim!" dedi. "Mademki Hünkar'ı görmek dilemezsin, neden gelişinden rengin sararır, Mahzun olursun? Madem Hünkar'ı seversin, neden görmek dilemezsin?"

Şeyh Vefa, derin bir düşünceden sonra, konuşmaya karar verdi:

"- Benim ona meylim ve onun bana ihtiyacı o derece fazladır ki, bir defa bir birimizi gördükten sonrai, o benden ayrılmak istemeyecek, ben onu bırakmayacağım. Halbuki o saltanatı yürütmekle yükümlü. Biz de dünya düzenini korumaya mecburuz. Bizim birbirimizi görmemizin bir sakıncası daha var: Hünkâr gelecek, ziyade şevkinden, ihsanlarda, âtiyelerde bulunacak, biz bunları kendi adımıza kabul etmeyeceğiz. Sizlerin adına da reddetmeyeceğiz. Böylece, ihvanımla benim arama, ister istemez, dünya girecek. Şimdi anladınmı? Gönlüm onu görmek diler, görevim ona kapılarını kapar, beni mahzun eden, benzimi sarartan işte budur!"

Şeyh Vefa, bu tavrıyla koca hükümdarı ne darıltmış, ne gücendirmiştir. Darılıp öfkelenmediğini anlamak için şu kadarını söylemek yeter ki Fatih ve oğlu Bayezit, Şeyh Vefa adına İstanbul'da bir cami, bir medrese, halvethane, türbe yaptırmışlar, ona olan bağlılık ve saygılarını böylece ifade etmişlerdir.

Sultan Fatih'in ölümünde, Hünkâr'ın cenaze namazını kıldırmak, Şeyh Vefa'ya düştü. Bu güç bir işti. Fakat Şeyh Vefa bu güç görevi, Hünkâr'ın son isteği bilip, üzerine aldı.

Sade namazını kıldırmak değil, ihtiyar veli, Hünkâr tabutunu omuzlamış, caminin arkasındaki türbeye kadar götürenlere yardım etmiştir.

Fatih'in yerine hükümdarlığa gelen Bayezit, Şeyh Vefa adına ne gördüyse işte o gün gördü. O da babası gibi gördüğünün peşini bırakmak istemiyordu. Fakat Vefa tekkesinin demirli kapısı İkinci Bayezit'e de asla açılmadı... Ta Şeyh Vefa bu dünyadan göçünceye kadar...

Yeni hünkâr, şeyhin vefatını duyunca:"Sağlığında mübarek yüzünü bize göstermek istemedi, bari gidip şimdi kendisini ziyaret edelim" dedi. Derhal dergâha geldi. O geldiği zaman bütün hazırlıklar bitirilmiş gibiydi.

Bayezit, yüzünü açıp büyük veliyi görmek arzusunu açıklayınca etraftakiler bunun usule uygun olmadığını hükümdara anlatmak istediler. O, ne de olsa henüz babası gibi olgun değildi. Böyle bir düzeni bozabilirim diye düşündü. ve örtüyü açtı. Fakat yazık ki genede bir şey göremedi. Göremedi, çünkü dünya düzenini korumakla görevli olan Hak ereni elini kaldırp yüzünü peçeleyivermişti.

Düşmişem Aşkın oduna ta ezel,
Kendi düşen ağlamaz vardır mesel,
Ta ebede yanmak bana oldu mahal,
Yaneyim ey şem'i ruşen yaneyim.

Işkının pervanesiyim pes nidem,
Sen şehin yerin koyam kande gidem,
Şevkin ile tutuşup şer tâ kadem,
Yaneyim ey şem'i ruşen yaneyim.


 


Nefsini Allah'a Satan Genç
FAKİH anlatıyor:

- Babam, Abdulvahid b. Zeyd'in şöyle dediğini anlattı:

- Bir gün ben alışılmış toplantılarımızdan birinde idim. Gazaya çıkmak için hazırlığımızı yapıyorduk. Arkadaşlarıma pazartesi sabahına hazırlanmaları emrini verdim. Bu sırada biri, şu âyet-i kerimeyi okudu:

- "Allahu Teâlâ, kendilerine verilecek cennet karşılığı, mü'minlerden mallarını ve nefislerini satın almıştır..." (Tebve süresi, âyet:111)

Sonunda onbeş yaşında bir genç ayağa kalktı. Babası ölmüştü. Babasından kendisine çok mal kalmıştı. Bana şöyle dedi:

- Ey Abdulvahid! Allahu Teâlâ , kendilerine cennet verilmek üzere, mü'minlerden mallarını ve nefislerini satın almışmıdır?

- Evet, dedim. Şöyle devam etti:

- Ay Abdulvahid! Bana cennet verileceği vaadine inanarak nefsimi Yüce Allah'a satıyorum.

Şöyle anlattım:

-Kılıç darbesi, du sözden çok ağır ve zordur. Halbuki sen bir çocuksun. Korkarım ki, sabredemezsin. Bu satıştan aciz kalırsın.

Şöyle dedi:

-Ben Allah ile alış veriş edeceğim; sonra da âciz kalacağım öyle mi?.

Sonrada nefsimiz bize kusur yolu gösterdi, dedik ki:

- Bu çocuktur; yapar, ama biz yapamayız.

Bundan sonra, malını Allah yolunda sadaka olarak dağıttı. Yalnız geçimine yetecek miktar ile atı ve silahı kaldı. Gazaya çıkış günü, bize ilk gelen o oldu.

- Sana selâm ey Abdulvahid, deyince:

- Sana da selâm, Allah'ın rahmeti ve bereketi üzerine olsun. Satış kazancın bol olsun, dedim.

Bundan sonra, yola koyulduk. O da bizimle beraber idi. Gündüzleri oruç tutyordu. Geceleri namaz kılıyordu. Hizmetimizide görüyordu. Hayvanlarımızı yayıyor, Uyuduğumuz zamanda bizi bekliyordu. Böylece biz, Rum beldelerine vardık. Biz bu hâl içindeyken, bize çıkageldi. Şöyle diyordu:

- Ah AYNA-İ MARDİYE'ye bir kavuşsam.

Arkadaşlarım, onun bu hâline dedilerki:

- Galiba çocuğa vesvese geldi; yahut aklı bozuldu.

O yine bize öyle diyerek yaklaştı:

- Ey Abdulvahid! Artık sabrım kalmadı. AYNA-İ MARDİYE'ye bir kavuşsam.

Dedim ki:

- Ey habibim, bu AYNA-İ MARDİYE dediğin nedir?

Şöyle anlattı:

- Ben uykuya daldım. Bana biri geldi şöyle dedi:

-Seni AYNA-İ MARDİYE'ye götüreceğim. Beni bir bahçeye götürdü. Orada suyu gâyet tatlı bir ırmak akıyordu. Birde baktık ki, o ırmağın kenarında bir çok cariyeler var. Üzerlerinde tarifini yapamayacağım süsler ve elbiseler vardı. Beni görünce sevindiler ve şöyle dediler:

- İşte AYNA-İ MARDİYE'nin zevci.

Yanlarına vardım. Selam verdim.

- AYNA-İ MARDİYE aranızda mı? Dedim.

Şöyle anlattılar:

- Hayır, biz onunhizmetçileriyiz, cariyeleriyiz. öne doğru ilerle...

İlerledim; bir nehişr gördüm. Bu bir bahçede idi. İçi süt doluydu: Hemde tadı bozulmayan bir süt...

Oarada da birtakım cariyeler vardı. Onları görünce güzelliklerine hayran kaldım. Onlar beni görünce sevindiler.

-İşte bu; Vallahi AYNA-İ MARDİYE'nin zevci, dediler.

Onlara yaklaştım:

-Size selam. AYNA-İ MARDİYE içinizdemi? Dedim, şöyle anlattılar:

-Sana da selâm, ey Allah'ın velisi! içimizde değil; biz onun hizmetçileriyiz;cariyeleriyiz. ileri geç.

İleri geçtim. Şerbetten bir vadi gördüm. Bu şerbet, vadinin kenar kısmında akıyor, Yanında bir takım cariyeler varki, öncekilerini güzellikte bana unutturdular. Yanlarına vardım:

- Size selâm. AYNA-İ MARDİYE içinizde mi? Diye sordum, şöyle dediler.

- Hayır biz onun hizmetçileriyiz;cariyeleriyiz. İleri geç.

İleriye geçince, süzülmüş baldan bir nehir gördüm. Kenarında birtakım cariyelar oturuyor, Hem nurlu, hem de çok güzellerdi. O kadar ki, öncekileri bana unutturdular. Bunlara da:

- Size selâm. AYNA-İ MARDİYE aranızda mı? Dedim, şöyle söylediler.

- Hayır, ey Rahman'ın velisié Bizler onun hizmetçileriyiz; cariyeleriyiz. ileri git.

İleri gittim. Bir çadır gözüme ilişti. Bu çadırın kapısı inci işlemeliydi. Önünde bir cariye duruyordu. Süsler takınmış, güzel elbiseler giymişti. Beni görünce sevindi ve içeriye seslendi:

-Ey AYNA-İ MARDİYE, işte zevcin geldi.

Bunun üzerine çadıra yaklaştım, içeri girdim. Baktım ki o, tahtında oturuyor. Tahtı, incilerle yakutlarla süslenmişti. Onu görür görmez çarpıldım; beni şöyle diyerek karşıladı:

-Merhaba, ey Rahman'ın velisi! Bize gelme zamanın yaklaştı.

Gidip boynuna sarılmak istedim; bana şöyle dedi:

- Hele dur; boynuma sarılma zamanın gelmedi. Henüz sende hayat ruhu var. İnşallah bu akşam iftarı yanımızda yaparsın.

İşte , bundan sonra uyandım. Ey Abdulvahid, artık ayrılığına dayanamayacağım.

Abdulvahid diyor ki:

- Sözümüz yani bitmişti; karşıdan bir düşman güruhu çıktı. Onlara karşı çıktık. O genç de çarpıştı. Onlardan dokuzunu bu genç öldürdü. Onuncusu kendisi idi. Yanına vardım, kanlar içindeydi. Gülünce , ağzına kan doldu; dünyadan ayrıldı.



Nureddin Zengi'nin Rüyâsı
Onikinci asırda Haçlı seferlerinin en şiddetli yıllarında, Suriye'de bulunan Türk devletinin hükümdarı Nureddin Zengi 1162 senesinde bir rüyâ görür Peygamber efendimiz (s.a.v.) rüyasında 3 adamı sultan'a göstererek,"Nureddin! Bu adamlardan beni kurtar!" diye buyurur.

Yatağından fırlayan Sultan, "Bu rüyâ doğru bir rüyâdır. Resülüllah tehlikede." diye düşünerek, sabahı beklemeden, yanına sâdık adamlarından 20 kişi alarak ve çok süratle giderek 16 günde Medine-i Münevvere'ye varır. Halk, Sultan'ın bu ani ziyaretine hem sevinir, hem de şaşar. Ertesi günü, genç-ihtiyar, kadın erkek çocuk bütün şehir halkının, önünden geçmesini ve halka bizzat eli ile hediye dağıtacağını ilân eder. Herkes gelip geçerler.

Sultan geçnler arasında rüyâda kendisine gösterilen adamları göremez. "Buraya gelmeyen kimse kaldı mı?" diye şehrin valisine sorar. O da Sevgili peygamberimizin kabrinin bulunduğu yere yakın bir evde oturan 3 magriblinin gelmediğini söyler.

Sultan derhal o 3 kişiyi zorla getirtir. Görürki, bu adamlar rüyada kendisine gösterilen 3 kişidir. Derhal bunları tevkif ettirir.

Sultan maiyeti ile beraber bu eve gider ve eve girirnce görürler ki, evin içinde büyük bir tünel kazılmış ve tünelin ucu da Ravza-i mutahhara'ya iyice yaklaşmıştır. Mağribileri muayene ettirir. suçluların sünnetsiz ve hıristiyan oldukları ortaya çıkar. Bunlar sorguya çekilince ifadelerinde;
"Bizler Hıristiyanız yeraltından Peygamberin kabrine girip naaşını çalıp Avrupaya götürecektik." derler.

Sultan Nureddin Zengi bundan sonra böyle hainler zarar vermesinler diye, Ravza-i Mutahhara'nın etrafına su gelinceye kadar hendek kazdırır. Bu hendek epeyce geniş olarak yapılır. Buraya kalay eritilip dökülerek kalın bir duvar haline getirilir. Böylece Ravza-i Mutahhara emniyet altına alınmış olur.



NUŞİREVAN'IN ADALETİ
Hazreti Ömer ve Sa'd İbni Vakkas Hazretleri, İran'a at satmaya gitmişlerdi. İran'a vardıkları zaman şehrin girişinde cirit oynayan bir kısım genç görüp seyre daldılar. Bir ara yabancıların kendilerini seyretmekte olduğunun farkına farkına varan gençlerden birisi yanlarına gelip "Bedeviler" gibi sözlerle hakaret ettikten sonra, satmak için getirdikleri ve üzerine bindikleri Arap atlarını ellerinden zorla aldılar.

Hazreti Ömer ve Sa'd ibni Ebi Vakkas Hazretleri ticaret maksadıyla geldikleri şehre meyüs ve mükedder vaziyette girdiler. Yanlarında yiyecek bir şeyleri olmadığı gibi paraları da kalmamıştı. Aç susuz akşam olmasını beklediler. Akşam olunca da bir hana vardılar. Kapıdan girer girmez hancı, misafirlerin yabancı olduğunu ve üzüntülü olduklarını anladı. Neden üzüntülü olduklarını sordu. Hazreti Ömer daha üzüntülü görünüyordu. O hiç konuşmadı. İbni Vakkas Hazretleri ise başından geçenleri hancıya dert yanarak anlattı. Hancı misafirlerini dinledikten sonra:

- Siz kederlenmeyin, bizim hükümdarımız son derece âdildir. Ya atlarınızı buldurur, yahut bedelini tazmin eder. Sizin anlattığınıza göre elinizden atları alan hükümdarın kendi oğludur. Ama o mutlaka bu meseleyi halleder, diyerek teselli verdikten sonra:

-Her sabah hükümdarımız pazar yerinde halkın önünden geçer ve halk ona dert ve dileklerini bildirirler. O da ne icab ediyorsa hemen yapar. Siz sabahleyin hemen pazar yerine gidin vaziyeti anlatın dedi.

Sabah, Hazreti Ömer ve arkadaşı pazar yerine çıkıp hükümdarı beklemeye başladılar. Biraz sonra hükümdar yanında tercümanları olduğu halde geldi. Herkes nesi varsa açık açık söylüyor o da gerekeni hemen orada yapıyor veya yapılmasını emrediyordu. Sıra Hz. Ömer ve İbni Vakkas'a geldi. Onlarda başlarından geçenleri anlattılar., atlarının bulunup geri veilmesini dilediler.

Hükümdar bunları dinleyince yüzü çok asıldı ve üzüntülü olduğu her halinden belli idi. Bir kese altın verdi ve atlarının da bulunacağını söyledi. Hükümdar tercüman vasıtası ile konuşuyordu, tercüman ise atı alanların hükümdarın oğlu olduğunu söylememişti. Hazreti Ömer ve Ebû Vakkas Hazretleri yine akşam kaldıkları hana geldiler. Bu sefer yanlarında paraları da vardı, karınları da toktu. Hancının parasını verdiler, o gece de orada kalıp sabahleyin yola çıkmayı düşünüyorlardı. Hancı ne olduğunu sordu. Onlar hükümdarla görüştüklerini ve atları bulacağını söylediler, dedi.

Hancı birden öfkelendi ve :

-Demek kendi oğlu olduğu zaman iş değişiyor, dedi.

Sabah oldu bu sefer hükümdarın karşısına hancı çıkıp:

-Hükümdarım, suçu işleyen başkası olur ceza verirler de, sizin oğlunuz olursa cezasız kalır öyle mi? dedi.

Nuşirevan bunu duyunca rengi değişti ve çok sinirli olduğu besbelli idi:

-At sahipleri yarın şehir terketsinler... Fakat biri şehrin kuzey, biri güney kapısından çıksın dedi.

Sabah oldu ve atların değerinden fazla para verdi. Hazreti Ömer ve Ebû Vakkas Hazretleri şehri terkediyorlardı. Bir de ne görsünler, şehrin bir kapısına atı alan genç, diğer kapısına ise hükümdara yanlış bilgi veren tercüman asılmışlar ve ölmüşler bile...

Fakat ne yazıktır ki, adaletiyle meşhur bu hükümdara iman nasip olmamış ve Efendimiz (s.a.v.) imansız gittiklerine teessüf ettiği isimler arasında bunu da symıştır.

Aradan zaman geçti, Hazreti Ömer Halife-i İslâm , Sa'd ibni Ebi Vakkas ise Mısır valisi oldu. Mısır'i İslamlaştırma ameliyesinde bir de cami yapılacaktı. Bu camiye en müsait yer ise bir yahudinin yeri idi. Mısır valisi yahudinin yerine cami yapımına başladı. Yahudi çaresiz bir şekilde düşünürken müslümanlardan bir zat:

-Nedir senin bu halin? diye sordu.

O:

-Bir evim vardı, başka bir şeyim yoktu. Vali şimdi oraya cami yapıyor. Ben ne yapabilirim? Şimdi açıkta kaldım, dedi.

Müslüman ona:

-Sen git Medine'ye... Orada Halife Ömer vardır. Derdinei ona anlat. Senin derdine mutlaka çare bulur, dedi.

Yahudi daha islamiyetin nasıl bir din olduğunu bilmiyordu. Medine'ye vardı. Halife'yi sordu, bahçede olduğunu söylediler. Gitti Bahçeyi buldu. Baktı ki, oarad bir adam çalışıyorYanına yaklaşıp:

-Ben Halife Ömer'le görüşmek istiyorum, dedi.

Ona göre hükümdarın tarlada ne işi vardı. Karşısındaki:

-Derdini anlat! Ömer benim, dedi.

Yahudi derdini anlatıp, bir çare bulunmasını söyleyince Hazreti Ömer, öfkelibir şekilde , bir kemiğin üzerine bir şeyler yazıp adamın eline verdi:

-Götür bunu valiye ver, dedi.

Yahudi bu yazışmadan pek bir şey anlamamıştı. Bundan bir şey çıkmaz, diyordu kendi kendine...

Mısır'a gelip kemiği Sa'd ibni Ebi Vakkas'a verince, vali çok korkmuştu. Hemen evi eskisinden daha güzel bir şekilde tamir etti ve yahudiye verdi. Hemde memnun etmek için bir miktar yardımda bulundu. Hazreti Ömer'in gönderdiği kemiğin üzerinde sadece şu iki kelime yazılı idi:

-Ben Nuşirevan'dan daha adilim!...



Örnek İslâm Kadını
Amr ibni Haris'in kızı meşhur şaire Hansa çok güzel kahramanlık şiirleri söylerdi. İslâmiyet’i kabul etmeden önce felakete tahammül edemezdi. Bu yüzden öldürülen kardeşleri için yazdığı şiirlerinde şöyle diyordu.

-"Eğer etrafımda benim gibi yakınlarımın ölümünden dolayı ağlayanlar olmasaydı, bu ızdıraba daha fazla tahammül edemeyerek, intihar edecektim."

Daha sonra Müslüman olduğunda, dört oğlunu birden Kadisiye Muharebesine gönderirken şöyle diyordu:

- "Ya islam'ın zafer bayrağını Kadisiye'de dalgalandıracaksınız, yahut da din uğruna cihad ederken şehid olduğunuzu duyacağım"

Nitekim öyle olmuştur. Hasta yatağında yatarken dört oğlunun şehadet haberi getirilince:

-"Yani ben şimdi şehid anası mı oldum?" diye soruyor, evet diyorlar, dört şehid anası tekrar soruyor:

-"Zafer kimlerde?"

-Zafer müslümanlarda, şimdi Kasidiye'de İslam'ın bayrağı dalgalanıyor.

-"İslam'ın bir zaferi için dört oğlum feda olsun dayan Hansa Hatun ellerini açarak şöyle yalvarıyor:

-"Ya Rabbi! Bana emanet ettiğin dört kahramanı gene senin dinin uğruna feda etmiş bulunuyorum. artık beni şehid anaları defterine kayd eyle. Benim için şehid anası olmak kâfi ikramdır. Bunu Benden esirgeme!"

Her ne zaman Hansa Hatundan söz edilse Efendimiz (S.A.V) onun için:

-"Örnek İslâm kadını", buyururlardı.

 
  Bügün 57 ziyaretçi burdaydı
hakka-dogru.de.tl


Bu Sitede Gördükleriniz tek bir amacla yapilsmisdir, Müslümanlarin Dini daha yakindan görüp Ögrenip ve aradaklarini cok aramadan hepsini biryerde bulabilmeleri icin kurulmusdur. Bu Sitede okuyacaklariniz görebilcekleriniz Resimler, dinleyebilcekleriniz Ilahiler ve her türlü baska konular Ehl-i Sünnet İtikâdı yolunda olan Dini Kitaplardan Dini Sitelerden alinmisdir. Aldiklarimi Orjinal halinde birakiyorum. Insallah benim aldigim yerlerde hakklarini helal ederler...


 
 
Diese Webseite wurde kostenlos mit Homepage-Baukasten.de erstellt. Willst du auch eine eigene Webseite?
Gratis anmelden